19 Aralık 2011 Pazartesi

yalan söyleyen güvercinler...Skinner'in pekiştireçleri..


"LYING" IN THE PIGEON
ROBERT P. LANZA, JAMES STARR, AND B. F. SKINNER

JOURNAL OF THE EXPERIMENTAL ANALYSIS OF BEHAVIOR 1982, 38, 201-203

İki güvercin saklanılan renkleri birbirlerine anlatmak için eğitiliyorlar. Ama nedense kırmızı rengini çok güçlü bir şekilde ifade ederken sarı ve yeşili anlatmak için pek istekli değiller. Dahası iki kuş ta yalan söyledikleri bir periyod yaşayıp kırmızı rengini anlatmayı seçiyorlar...Jack isimli güvercin diğer güvercin Jill ile birlikte rengi ancak doğru işaretlediğinde yiyecek bulabiliyorlar. Jill'den yardım almak için "what color" sorusunu soruyor. Eğer Jill sürekli doğru renk kodu için uygun sembolü seçerse Jack "thank you" kodunu kullanıyor ve Jill yiyecekle ödüllendiriliyor. Jack arkadaşından doğru renk kodunu alıyor ve her doğru seçim her dafasında yiyecekle ödüllendiriliyor. Sonra bir diğer renk sorulduğunda insanlarda yalan söyleme olarak adlandırılan beklenmedik bir olay ortaya çıkıyor. Kımızı renk daha fazla yiyecekle ödüllendirildiğinde güvercinler kırmızı rengini daha sık ve daha doğru şekilde işaretlemekle birlikte yalan da söylemeye başlıyorlar. Yanlış seçimler ödüllendirilmemekle birlikte bir kaç saniyeliğine aparat gösterilmiyor ve yanlı pekiştireçlerin kullanıldığı bu 15 günlük süreç sonunda kuşlar normal davranışlarına geri dönüyor. Sonuç olarak kırmızı rengi doğru seçmenin daha fazla pekiştirildiği bu durumda güvercinler yalan söylemeyi seçmişlerdir. Burda yalan söylemek üzere kuşlar kandrılmış olup yalan söylemenin cezasını veren birey değil toplum-çevredir.

18 Aralık 2011 Pazar

çocukluğa dönüş...

Post-traumatik stress disorder-travma sonrası stres hastalığı-PTSD''...Ve hastalığa yalnızca savaşlar değil, tecavüz, çocuklukta maruz kalınan cinsel tacizler, Auschwitz toplama kamplarında yaşamak gibi talihsiz olaylar da neden olabiliyor... 

http://www.youtube.com/watch?v=kBTyRRxM94s 

23 Kasım 2011 Çarşamba

LUİSA DÜSS PSİKANALİTİK ÖYKÜ TESTİ



Düss Öykü Testi, çocukların kompleks ve sorunlarını çözümlemek için hazırlanmış tekniklerin en geliştirilmişlerinden biridir. Bu teste yararlanılan öyküler daha çok onların anlayabilecekleri ve ilgi duyabilecekleri biçimde yapılandırılmıştır. Düss bunu yaparken, deneklerin komplekslerine karşılık olan yanıtlarını göz önünde tutuyor ve şu varsayıma dayanıyordu: «Eğer denek, öykülerden birine takılır, anlamlı içerik taşıyan veya sembolik değeri olan yanıtlar verirse veya yanıt vermekten kaçınırsa, bu, o öykü ve ya öykü kahramanının, denekte bulunan kompleksi uyandıracak bir çağrışım oluşturduğu anlamına gelecekti.» Buna göre her öykü veya öyküdeki kahramanlar bir veya birkaç kompleksle ilgilidir. Deneyim sırasında, bazı komplekslerin karşılığı olan soruların üstünde durmak ve alınan yanıtların anlamlı oluşlarına göre daha derinleştirerek sorular sormak gerekir. Bunun içindir ki, bu öykülerin, bilinçaltı simgelerini ve psikanalitik soru sorma tekniğini iyi bilen bir uygulayıcı tarafından kullanılması daha doğru ve yerinde olur. Luisa Düss, aile ve okuldan gelen öğelerin etkisini azaltmak için, öykülerden üçünün konusunu hayvanlardan seçmiştir. Test uygulanırken  deneğin kendisini kolayca öykü kahramanının yerine koyması gerekir. Bunun
için öyküler sıralanırken, en az suçluluk duygusu uyandırabilecek komplekslerden başlanması yeğ tutulmuştur. Öyküler özellikle çocuklar için hazırlanmış olmakla birlikte yetişkinlere de bir düş gücü testi olarak uygulanabilir. Kültürlü yetişkinlerin yanıtları genellikle zeki ve mantıklıdır. Kültürel düzeyi düşük, zihnî yetenekleri fazla olmayan yetişkinlerinse verdikleri yanıtlar sembolik ve spontane’dir. Öyküler aşağıda kendi normal dizimleri içinde aktarılmıştır:
I
KUŞ ÖYKÜSÜ
(Çocuğun ana babadan birine olan bağlılığını veya
geleceğini görme biçimini açığa çıkarmak için)
Bir ormanda çam ağacındaki yuvalarında yaşayan baba, anne ve yavru kuş yuvalarında uyuyorlarmış. Derken gece, sert, ama çok sert bir rüzgâr çıkmış. Rüzgâr ağacın dallarını silkelemiş, sarsmış. Yuva da kuşlar da
yere düşmüşler. Kuşlar korkuyla uyanmışlar. Anne kuş hemen uçup bir çam ağacına, baba da başka bir çam ağacına konmuş. Şimdi yavru kuş ne yapacak? O da çok güzel uçabiliyormuş artık!
II
EVLİLİK YILDÖNÜMÜ
ÖYKÜSÜ
(Eğer çocuk ana babanın odasında bir şok geçirmişse, bunun
belirlenmesi için ana baba beraberliğinin ve mutluluğunun
kıskandırılması)
Bir anne ile babanın evlenmelerinin yıldönümü idi. Onlar birbirlerini çok seviyorlardı ve o gün için pek güzel bir eğlence hazırlamışlardı. Bu güzel eğlencenin tam orta yerinde, çocuk kalkıp bahçeye çıkıyor? Neden acaba?
III
KUZU ÖYKÜSÜ
(Sütten kesilme ve kardeşlik komplekslerinin belirlenmesi için)
Bir çayırda, bir anne koyunla bir küçük kuzu yaşıyorlardı. Küçük kuzu bütün gün annesinin yanında sıçrayıp duruyordu. Her gece annesi ona çok sevdiği sıcak süt veriyordu. Aynı zamanda kuzu ot da yemeğe başlamıştı. Bir gün anne koyuna minicik bir kuzu getirdiler. Gelen kuzu çok acıkmıştı. Anne koyundan süt istiyordu. Fakat anne koyunun ikisine de yetecek kadar sütü yoktu. Büyük kuzuya dedi ki: «İkiniz için de taze sütüm
yok! Sen artık taze ot yiyeceksin!» Büyük kuzu ne yapsın? (Yalnız sütten kesilme kompleksini görmek için küçük kuzunun gelişini ortadan kaldıracağız. O zaman «Koyunun artık sütü yoktur ve kuzusunun artık ot yemeğe başlaması icap ediyor.» demek gerekecektir.
IV
CENAZE ÖYKÜSÜ
(Saldırganlık, ölüm istemi, suçluluk, kendini
cezalandırma duygusunu meydana çıkartmak için)
Köyün yolundan bir cenaze geçiyor. Herkes soruyor. «Kim ölmüş?» Cevap veriyorlar «Şu evde oturan ailelerden biri.» Kimdir bu ölen? Ölümü bilmeyen çocuklara hikâye şöyle anlatılır. Aileden biri yola çıkmış ve bir daha gelmemek üzere uzağa, çok uzağa gitmiş. Acaba bu kimdir?
V
KORKU ÖYKÜSÜ
(Bunalım ve
kendini suçlamayı belirlemek için)
Bir çocuk usulca şöyle dedi: Ah ne kadar korktum! Acaba o neden korkmuştur?
VI
FİL ÖYKÜSÜ
(Hadımlık
Kompleksi için)
Bir çocuğun çok sevdiği küçük bir fili varmış. Fil uzunca hortumu ile pek güzelmiş. Bir gün gezmeden dönüşte odasına girince, çocuk fili pek değişmiş bulmuş. Değişmiş olan nedir ve niçin değişmiştir?
VII
YAPILMIŞ EŞYA
ÖYKÜSÜ
(Anal kompleksi, mal canlılığım ve inatçılığı belirlemek
için)
Bir çocuk topraktan birçok şeyler imal etmede başarılı olmuş. (Bir kule vs.) Bunları çok seviyormuş. Annesi bunları kendisine vermesini isterse ne yapacaktır. Verecek midir?
VIII
ANNE VE BABA İLE
GEZİNTİ ÖYKÜSÜ
(Oedipus ve Elektra komplekslerini belirlemek
için)
Bir kız çocuk (veya annesi ile erkek çocuk) babası ile ormanda baş başa çok güzel bir gezinti yapmışlar. Bu gezintiden ikisi de çok hoşlanmışlar. Eve girdikleri zaman anne (baba)’nın yüzünün her zamanki gibi olmadığını görmüşler. Niçin?
IX
HABER ÖYKÜSÜ
(İstek ve
korkularını anlamak için)
Bir çocuk okuldan (gezmeden) dönmüştü. Annesi ona dedi ki: Derslerine hemen başlama, sana verilecek bir haberim var!» Annesi acaba ona ne söyleyecek?
X
FENA RÜYA ÖYKÜSÜ
(Önceki öyküleri
kontrol için)
Bir çocuk sabahleyin çok yorgun uyandı ve dedi ki: «Ah öyle fena bir rüya gördüm ki!» Acaba ne görmüştü?
Luisa Düss’ün
Belirlediği Normal ve Anormal Yanıtların Nitelikleri
Genellikle her öykü için alınan normal yanıtlar:
1. a) Kuş yuvasına yakın bir dala uçar.
 b)Annesinin yanına kaçar.
 c)Babasının yanına uçar. Çünkü o daha kuvvetlidir.
 d)Yerde kalır ve ebeveyni onu buluncaya kadar bağırır.
2. a) Ebeveyni için çiçek toplayacak.
  b) Konuşulanlar onu ilgilendirmiyor.
  c) Eğlenecek (En sık rastlanan yanıt türü)
  d)Okulda kötü bir not almıştır, bahçenin dibine gidip derdini düşünecek.
3. a) Ot yiyecek
b)Başka bir koyundan süt arayacak
c)Biraz kızmıştır ama yine ot yiyecek.
4. a) Yakın geçmişte ölmüş aile bireylerinden
biri.
b)Bu yaşlı bir kişidir. (Büyükanne, Büyükbaba)
c)Uzun süredir çok hasta olan biri.
d)Mademki bu kadar ilgi çekiyor, o halde köye yabancı ve önemli bir
kişi.
5. a) Çocuk yeni bir oyuncak bulmuştur; artık
fil ilgisini çekmiyor.
b)Değişen fil değildir, çocuk büyümüştür; artık oynamasını
sevmiyor
c)Değişmemiştir.
d)Derisini değiştirmişlerdir.
e)Çocuk yokken,hizmetçi filin üstüne bir bardak su dökmüştür.

6. a) Annesine verecektir.
b)Onunla oynayacaktır. Annesi isterse
verecektir.
c)
Herkese gösterecektir.
7. a) Çünkü annesi ona gözlerini
açtı.
b)Dayak yemekten
c)Okulda kötü not almak korkusu
d)Bir hayvandan korkmak
e)Savaştan korkmak
f)Ana babadan birisinin ölümünden korkmak.
g)Servetini kaybetmekten korkmak.
8. a) Anne (baba)
memnundur.
b)Anne (Baba) çok çalışmış, yüzü yorgundur.
c)Anne güzel yemek
hazırlamıştır.
d)Gezintiden çok geç dönmüşlerdir. Baba (anne) daha önce
gelmiştir.
e)Baba (anne) onlar yokken kötü bir haber almıştır.
9. a) Anne ona bir öykü anlatmak
istiyor.
b)İyi bir yemek ve ziyafet vardı.
c)İyi bir haber almıştır.
d)Anne onun hayatı ve çalışması hakkında öğüt vermek amacındadır.
10. a) Bilmiyorum çünkü hiç düş görmem.
b)Savaş görürüm.
c) Onu yiyen bir hayvan görmüş.
TESTİN UYGULANIŞI
Testin uygulanacağı deneğe ilk olarak şu talimat verilir: « Şimdi sana yarım kalmış bir öykü anlatacağım. Arkasını sen tamamlayacaksın. Aklına ne gelirse onu söyle! «Öyküler olduğu gibi hiç bir katkıda bulunulmaksızın anlatılır. Belirsiz veya anlamlı görülen noktalar olursa amaçtan ayrılmamak koşuluyla, çocuğun
düşüncesine yön verecek sorular sorulur. «— Niçin öyle yapmış, neden öyle olmuş?» gibi. Öyküleri anlatırken çocuğun ilgisini çekmek için, daha çekicilik kazandırmaktan kaçınılmalı, dramatizasyonlar yapılmamalıdır. Bu gibi ilaveler deneğin dikkatini başka noktalara çeker ve amaçtan uzaklaşılmasına neden olur. Sözgelimi:
Kuzu öyküsünde ilgiyi artırmak için, çocuğa küçük kuzunun açlıktan ölmek üzere olduğu söylenilmişse, çocuk « Gider et yer» demek zorunda kalır. Çünkü çocukta, kardeşlik kompleksinin yanı sıra iyilik yapma istemi de vardır. Eğer küçük çocuk yeni gelen kardeşine çok şiddetli bir düşmanlık duyuyorsa ve ebeveynine aşırı bağlıysa, durum daha da tehlikelidir. Bu durumda çocuk kendi doğal davranışım gösteremeyecektir. Kendi kişisel istemiyle, yeni gelene yardım fikri arasında bir bocalama olacaktır. Bu ruhi mücadele genellikle bunalım
yaratır. Aslında böyle telkin yapabilecek eklerin hiç bir gereği yoktur. Öyküler çocuğun ilgisini yeteri derece de çekecek şekilde, onun zevkini ve ilgisini, sembollere olan eğilimini göz önüne alarak hazırlanılmıştır. Üç yaşındaki bir denek bile talimatı ve öyküyü kolayca anlar. Eğer bir denek, öykülerden birine yanıt vermek istemiyorsa, bu da yeteri derecede anlamlıdır. O taktirde hikâyenin denekte gizli bir çatışmaya karşılık olduğu sonucu çıkar. Diğer bazı deneklerde ise, öyküler büyük ilgi uyandırır. Çocuk son derece mutludur. Testin hiç bitmemesini ister. Bu da deneğin hiç yanıt vermek istememesi kadar manidardır. Hikâyenin çocukta ruhi bir boşalma meydana getirdiğini ve onun tatmin ettiğini gösterir. Çocuğun verdiği ilk yanıtta, çatışma çoğu kez sıkışmış bir halde bulunur. Fakat bazen denekte bir kaç kompleks birden bulunabilir. Hataya düşmemek için yorumların büyük bir titizlikle yürütülmesi gerekir. Hatta çatışma bütün hikâyelere yayılmış olabilir. Bu nedenle
yanıtların çoğunda ayni çatışmanın izlerine rastlamak olasıdır. Yargıya varırken, yanıtların tümünü göz önünde tutmak gereklidir. Uyumların da bozukluklar bulunan deneklerin yanıtları çok çeşitlidir. Çocukların cevaplarında şu özelliklere rastlarsak, onlarda bir kompleksin varlığını düşünebiliriz.
1. Beklenmedik ani yanıtlar.
2. Bir öyküdeki kompleksin tekrar tekrar görülmesi.
3. Kulağa eğilip fısıldamak.
4. Hikâyelerden birisine cevap vermeği reddetmek.
5. Uzun zaman susmak ve cevap vermemekte ısrar etmek.
6. Deneğin teste yeniden başlamaya karşı arzu göstermesi.
İntibaklarında bozukluklar bulunan deneğin her masal için verdiği cevaplarda genellikle belirli bir kişisel görüş açısı içinde olduğu görülür. Onun dışına kolay kolay çıkamaz. Normal deneklerden, özellikle iyi uyum göstermiş, kültürlü olanlar, her öykü için çeşitli ve farklı yanıtlar verirler. Bu, deneğin bilinçaltının bağımsızlığının bir kanıtıdır. Kompleksli deneklerin, özellikle fena rüya ve korku öykülerine verdiği yanıtlar tipiktir. Bu cevaplar, autopunution’u, ölüm fikrini, bir istemin gerçekleşmesini kapsar. Eğer bir çocuğa kurt korkusuna dair sorular sorulacak olsa, olası bir yanıt şöyle olacaktır: «Beni yiyecek, çünkü kurt bütün çocukları yer.» Ancak denekteki kurt korkusu, mevcut suçluluk kompleksinin sonucu ise, alacağımız yanıt şöyle olur: «O çocuğu yiyecek çünkü o fena bir çocuktur.» Bilinçaltında niçin bu tür korkuların yer aldığı sorulabilir. Bunun, baba korkusunun sembolize edilmesi veya kişisel yaşamdaki suçluluk duygularının bir tortusu olması muhtemeldir.
Normalin dışındaki korku yanıtları genellikle şöyledir:

Buruşturulmuş bir yüz görüyor.

Bir kurt tarafından yenilmekten korkuyor.

Onu kovalayan bir adamdan korkuyor, vs. Bunlar, çocuğu itaate alıştırmak amacıyla çevresindekilerin uyandırdıkları korkuların; öğretmenler ve ana babaların, çocuğa sokakta rastlayacakları kişilere kanmamaları için verdikleri gözdağlarının görüntüleridir. Zihni geriliği olan deneklerin davranış biçimleri ise tümüyle başkadır. Kendilerini öyküdeki kahramanın yerine koymakta güçlük çekerler. Somut gerçek onları sembolden daha çok ilgilendirir. Korku öyküsüne yanıt vermeleri genellikle pek mümkün olmaz. Alınan sonuçlar bakımından bu test psikanalistler tarafından formülleşmiş olan semboller yasasını güçlendirmektedir. Özellikle çocuklardaki komplekslerin tanımında psikanalistlere büyük yardımlar sağlamıştır. Aşağıda Luisa  Düss’ün yapmış olduğu uygulamalardan birini örnek olarak veriyoruz.
LUİSA DÜSS’ÜN
BİR
UYGULAMASI
Denek yedi yaşında bir erkek çocuk olup ailenin tek evladıdır. Gösterdiği klinik tablo: Karabasanlar, bunalık, değişken karakter ve aşırı duyarlılık, «Y» harfi deneğin verdiği yanıtı; «P» harfi, psikologu simgelemektedir.
Kuş
— Y: Yerde kalacak

P : «Biliyorsun ki kuş
biraz uçmasını biliyor.»

Y: Eğer uçmayı deneyecek olursa düşecek ve
ölecektir.
Fil — Y: Birdenbire zayıfladı, hava çok soğuk,
ölecek.
Korku — Y: Onu öldürmek isteyen bir hırsızdan
korkuyor.

P: Hırsız niçin çocuğu öldürmek istiyor?

Y: Çünkü çocuk ona fena şeyler söylemiş ve ona taş atmıştır. Çünkü
o hırsızları sevmiyor.

P: Hırsız ne yaptığı için çocuk ona taş
atıyor?

Y: Çünkü hırsız onun bıçağını almak istiyordu.
—P: Bu çocuk neden
korkuyor?
—Y .- Korkuyor, çünkü
düşmüştür ve bacağını kırmıştır.
—P:
Nasıl?
—Y: Çünkü annesine
çiçek toplamak için dağa çıkmıştı. Ayağının altındaki taş kaydı ve
düştü.
Anne ile Gezinti C. : Babanın yüzü değişti. Çünkü hastadır. Soğuk aldı.
Evet, çok hastadır. Anne buna çok üzüldü.
—T. : Baba ara sıra
hastalanıyor mu?
—C. : Babam hiç
hasta olmaz.
NOT: Yukarıda yalnızca içeriği anlamlı olan konuşmalar
yansıtılmıştır.
YORUMLAMA
Bu çocuk çok hassastır. Çevresindeki insanlara boyun eğerek kolaylıkla değişir. Öğretmenlerinden birisine çok kuvvetli bağlılığı vardır. Onunla birlikte olduğu zaman sevimlidir. Teneffüslerde öğretmeninin merdivenini süpürmekten son derece mutludur. Bundan gurur duymaktadır. Diğer kişiler arasında dayanılmaz derecede
itirazcı, itaatsiz ve tembel bir çocuk olmaktadır. Zeki bir çocuk olmasına rağmen, okulda özellikle matematik dersinden iyi not almakta güçlük çekmektedir. Geceleri çoğunlukla karabasanlarla geçmektedir. Yanıtları
kastrasyon kompleksine bağlı bir Oedipus Kompleksi göstermektedir. Çocukların sembollere eğilimi olduğunu söylemiştik. Burada Oedipus Kompleksine sembol olarak, dağı ve annesi için topladığı çiçekleri görüyoruz. Kendisi ise, babayı temsil etmektedir. Kastrasyon Kompleksi için ise filin hortumunu değil, fakat filin zayıflamasını ve ölümünü, keza, bıçağını almak ve kendisini öldürmek isteyen fena adamı ele
alıyor. Denek kuş hikâyesinde ise: «Uçmayı deneyecek olursa ölür!» diyor. Bu konuşmalar esnasında çocuk devamlı olarak korkudan bahsetmektedir. Nihayet çok korktuğunu ve geceleri korkunç düşler gördüğünü itiraf ediyor. Testin sonunda, başlangıçta görülen gerginliğin kaybolduğu, çocuğun duymakta olduğu suçluluk hislerini boşaltarak rahatladığı açıkça gözleniyor.

 http://www.kimpsikoloji.com

Hareket eden kayalar...

Freud ve Jung


Anılar Düşler,Düşünceler
CG Jung, Can Yayınları s.169-177

Freud'un bu tek yönlü düşüncesine karşı yapılabilecek bir şey yoktu. İçsel bir deneyim gözünü açabilirdi belki ama o zaman da zihni böyle bir deneyimi 'salt cinselliğe' ya da 'psiko-cinselliğe' indirgeyecekti. Farkına varabildiği tek yönün kurbanı olarak kaldı. Bu nedenle ben ona trajik bir kahraman gözüyle bakarım çünkü büyük bir insandı ama daha da ötesi, kendi şeytanının tutsağı bir insandı.

Viyana'daki ikinci konuşmamızdan sonra, o güne dek üzerinde durmadığım Adler'in güç varsayımını da anladım. çoğu oğullar gibi, Adler de 'baba'sının söylediklerini değil yaptıklarını öğrenmişti. Bunu düşündüğümde, aşk (ya da Eros) ve güç sorunları üzerime kurşun gibi çöktüler. Freud bana Nietzsche'yi hiç okumadığını söylemişti. Artık Freud'un psikolojisine, Nietzsche'nin güç prensibini tanrısallaştırmasının yerini alan, zihinsel tarihte yapılmış usta hareketlerden biri olarak bakıyordum. Sorunun, 'Freud Adler' e karşı' değil de, 'Freud Nietzsche'ye karşı' olarak ele alınması gerekliydi. Bu nedenle, bu durumun, psikopatoloji dünyası içindeki bir kavganın ötesinde bir şey olduğunu düşünüyordum. Eros'un ve güç güdüsünün, aynı babanın anlaşamayan iki oğlu gibi olduklarını ya da deneyim söz konusu olduğunda, pozitif ve negatif elektrik akımları gibi karşıt biçimlerde dışa vurulan tek bir ruhsal gücün ürünleri olduklarını anladım. Eros edilgen, güç güdüsü etken oluyor ya da yer değiştiriyorlardı. Eros'un isteklerinin de güç güdüsününkilerden aşağı kalır yanı yoktu. Biri olmadan öbürünün ne anlamı olur ki? Birey bir yandan güdüye boyun eğerken, öbür yandan da onu egemenliği altına almaya çalışır. Freud nesnenin güdüye nasıl boyun eğdiğini, Adler'se insanın kendi iradesini nesneye kabul ettirmek için güdüsünü nasıl kullandığını belirtir. Kaderi karşısında çaresiz kalan Nietzsche, kendine bir 'üstün insan' yaratmak zorunda kaldı. Freud'un, Eros'un gücünden olağanüstü etkilendiği için onu dinsel bir tanrı, hatta bir dogma -aere perennius- olarak yükseltmek istediği sonucuna vardım. 'Zerdüşt'ün bir din kitabı olarak yaratıldığı nasıl bilinen bir gerçekse, Freud'un da kiliseyle aşık atıp amacı uğruna öğretici dizeler yaratmak istediği bir gerçektir. Kuşkusuz, bu nu gürültülü bir biçimde yapmadı. Tersine, benim peygamber olmak istediğimden kuşkulandı. Trajik iddiasını bir yandan yaparken bir yandan da yıkıyordu. Bir açıdan gerçek, başka bir açıdan da gerçekdışı oldukları için insanlar, tanrısallaştırdıkları şeye karşı genelde böyle bir tutum izlerler. Tanrısal deneyim insanı aynı anda hem yüceltir hem aşağılar. Freud, cinselliğin hem tanrı hem de şeytan olan bir numen olduğu düşüncesine biraz daha eğilseydi, biyolojik bir kavramın sınırları için de sıkışıp kalmaz, Nietzsche de insanın varoluşunun temellerine daha sıkı sıkıya sarılsaydı, zihinsel açıdan aşırılığa kaçıp dünyanın kenarındaki uçuruma sürüklenmezdi.

Ruh, her ne zaman tanrısal bir deneyimin verdiği şiddetli sarsıntılara hedef olsa, bireyin ucunda asılı olduğu ipin kopma tehlikesi baş gösterir. Böyle bir şey olduğunda, bazı bireyler tam bir onaylamaya, bazıları da tam bir yadsımaya sürüklenirler. Nirvana (karşıtlardan kurtulma) der buna UzakdoğuluIar. Bunu hiç unutmam. Zihnin sarkacı doğru ve yanlış arasında değil, mantıklı ve saçma arasında gidip gelir. Numinos, insanı uçlara yönelrneye yüreklendirdiği için tehlikelidir ve bunun sonucunda, sıradan bir gerçek, tek gerçek, basit bir hata da, ölümcül bir hata olarak algılanmaya başlanır. Tout passe - dünün gerçeği bugünün aldatmacası ve dünün yanlış değerlendirmesi yarının açıklaması olabilir. Doğruyu söylemek gerekirse, özellikle çok az bilgimizin olduğu psikolojik konularda bu böyledir. Küçük (öylesine geçici) bilincimizin farkına varabildiği şeylerin dışında hiçbir şeyin varlığından haberimizin olmamasının ne anlama geldiğini kavrayabilmekten henüz çok uzağız.

Freud'la konuşmamdan, onun cinsel sezgilerinin, numinosun ışığını, 'kara bir çamur seli 'nin söndüreceğinden korktuğu sonucunu çıkardım. Bu noktada, ışıkla karanlığın çatışması anlamına gelen mitolojik bir durum ortaya çıkıyordu. Numinosu açıklayan bu öğeydi ve Freud'un bir dinsel savunma aracı olarak dogmasına sarılmasının nedeni de böylece açıklanıyordu. Freud'un bu garip tepkisi beni, bu arketipik temayı ve bu temanın mitolojik geçmişini, kahramanının özgürlüğüne kavuşabilmek için uğraş verdi- ği bir sonraki kitabım, 'Libido'nun Simgeleri ve Değişimleri'nde daha çok irdelememe neden oldu. Bir yandan cinsellik yorumları, öte yandan da dogmaların güç kazanma isteğiyle bağlantısı beni yıllar boyu tipoloji sorunu üzerinde düşünmeye yöneltti. Ruhun zıt kutupları ve dinamiği de irdelediğim konular arasına girdiler. Ayrıca, yirmi yıldan daha uzun bir süre 'doğaüstü güçlerin kara çamur seli' üzerinde çalışıp, çağdaş psikolojinin altında yatan bilinçli ve bilinçdışı tarihsel varsayımları anlamaya çalıştım.

Freud'un bir olayı önceden bilme ve parapsikolojiyle ilgili görüşleri ilgimi çekmişti. Onu 1909'da, Viyana'da ziyaret ettiğim zaman bu konulardaki düşüncelerini sormuştum. Maddesel olduklarına önyargılı bir biçimde inandığı için, sorularımın tümünü saçma buldu ve konuya öylesine sığ bir pozitivizmle yaklaştı ki sert sözler sarf etmemek için kendimi zor tuttum. Bu konuşma parapsikolojinin ciddiyetini kavramasından ve 'doğaüstü' olayların varlığını kabul etmesinden yıllar önce olmuştu.
Freud, düşüncelerini aktarırken garip bir duyarlılığa kapıldım. Sanki diyaframım demirden yapılmaydı ve kızgın bir demir kitlesi gibi kıpkırmızı kesilip yanmaya başlamıştı. O anda, yanımızda duran kitaplıktan öylesine büyük bir gürültü geldi ki, üzerimize yıkılacağı korkusuyla ikirniz de ayağa fırladık. Freud'a, "İşte bu, katalitik dışavurum denen olaylardan biri," dedim.
"Hadi canım siz de! Bu gözle görülebilen bir saçmalık," diye yanıtladı.
"Hayır, yanılıyorsunuz sayın profesör. Söylediklerimi kanıtlamam için biraz sonra bir gürültü daha olacak," dememe kalmadan kitaplıktan gelen gürültü yinelendi Bugüne dek, böyle bir şey olacağından nasıl bu kadar emin olduğumu çözemedim ama emindim. Freud dehşet içinde bana bakakaldı. Zihninden nelerin geçtiğini ya da bakışının ne anlama geldiğini bilemiyorum ama bu olayın sonucunda hoşuna gitmeyen şeyler söylediğim için bana olan güveninin sarsıldığından hiç kuşkum yok. Bu olaya bir daha hiç değinmedim.

1909 yılı ilişkimiz açısından önemli bir yıloldu. çağrışım deneyimleri üzerine bir konferans vermem için Worcester, Massachusetts'teki Clark Üniversitesi'ne davet edildim. Freud da bir davet almış. Birlikte seyahat etmeye karar verdik. Bremen'de buluştuk. Frenczi'de bize katıldı. Oradayken Freud, herkesin dilinde olan bayılma nöbetlerinden birine tutuldu. Bunun nedeni, dolaylı olarak benim 'bataklık cesetleri'ne duyduğum ilgiydi. Kuzey Almanya'nın bazı bölgelerinde 'bataklık cesetleri' denen cesetlerin olduğunu biliyordum. Bunlar bataklıkta boğulmuş ya da oraya gömülmüş olan tarih öncesi döneme ait insanların cesetleriydi. Sudaki toprağın içerdiği asit kemiklerini eritmiş ama aynı zamanda ciltlerine yanık bir ten rengi vererek derilerinin ve saçlarının olduğu gibi korunmasını sağlamıştı. Bu aslında, cesetlerin doğal yollarla mumyalanmasıydı. Çamurun ağırlığı cesetleri sürekli bastırdığı için cesetler yamyassı bir hale dönüşmüşlerdi. Holstein, Danimarka ve İsveç'teki bataklık kazıcıları bu tür cesetlerle arada sırada karşılaşırlar.

Bunu daha önce okumuştum. Bremen'de aklıma geldi ama kafam biraz karışık olduğu için anlatırken cesetleri kentteki kurşun hücrelerde saklı mumyalarla karıştırdım Böyle bir şeye ilgi duymam Freud'un sinirine dokundu. Birkaç kez, "Bu cesetlere neden bu kadar ilgi duyuyorsunuz?" diye sordu. Gereğinden çok sinirlenmişti ve birlikte yemek yerken bu konu yeniden açıldığında bayıldı. Sonradan bana, bu denli çok cesetlerden söz etmemin onun ölümünü istediğim anlamına geldiğinden hiç kuşkusu olmadığını söyledi. Böyle yorumlamasına çok şaşırdım. Fantezilerinin boyutu beni kaygılandırdı. Anlaşılan, öylesine güçlüydüler ki bayılmasına bile neden olabiliyorlardı.

Freud, gene böyle bir olayda, benim önümde bir kez daha bayıldı. 1912 yılında, Münih'te psikanalizle ilgili bir kongredeydik. Biri, firavunlardan 4. Amenofis'e değindi. Babasına karşı olumsuz bir tutum içinde olduğu için onunla ilgili tüm kabartma yazıları sildirdiğini ve yarattığı harika tek tanrılı dinin altında baba kompleksinin yattığını söyledi. Sözleri beni rahatsız etti. Amenofis'in çok dindar ve yaratıcı biri olduğunu ve yaptıklarının babasına karşı direnmesinin bir sonucu olamayacağını, tam tersine, babasının anısına saygı duyduğunu ve amacının, gördüğü yerde yok ettiği Tanrı Amon'un adını silmek olduğunu anlatmaya çalıştım. Babası Amonhotep'e ait kabartma yazılardan da Amon'un adını sildirdirmişti. Ayrıca, başka firavunların da kendilerini, aynı tanrının enkarnasyonu saydıkları için babalarının ya da yüce atalarının anıtlarındaki ve heykellerindeki adlarını kendi adlarıyla değiştirme hakkını kendilerinde gördüklerini, oysa onların ne yeni bir düşünce ne de yeni bir din ortaya koyabildiklerini söyledim.

O anda Freud bayılıp sandalyesinden kaydı. Herkes, çaresizlik içinde çevresine toplandı. Onu kucaklayıp yandaki odaya taşıdım ve kanepenin üzerine yatırdım. Onu taşırken kendine gelir gibi oldu ve bana babasıymışım gibi baktı. O bakışını hiçbir zaman unutamayacağım. Bayılmasının nedeni her neyse -hava çok gergindi- her iki olayın da ortak yönü güçlü bir babayı öldürme fantezisiydi.
O zamanlar Freud arada sırada beni ardılı gibi gördüğüne değiniyordu. Hiçbir zaman onun görüşlerini doğru dürüst, daha doğrusu onun istediği biçimde savunamayacağımı bildiğim için bu göndermeler beni utandırıyordu. Ayrıca, eleştirilerimi, onun açısından önemsenecek kadar toparlayıp ortaya koymayı başaramamıştım ve ona o denli saygı duyuyordum ki, sonunda onunla düşünce ayrılığına düşecek kadar onu zorlamayı istemiyordum. Başımdan büyük işlere kalkıp bir grubun öncülüğünü yüklenmek de birçok neden yüzünden hiç çekici gelmiyordu. O tür işler bana göre değildir. Düşünce özgürlüğümü feda edemezdim. Ayrıca, prestij peşinde koşmanın, benim gerçek amaçlarımdan sapmama neden olmasından öte bir anlamı yoktu. Beni kişisel prestij sorunları değil, gerçekleri aramak ilgilendiriyordu.

1909'da, Bremen'de başlayan Amerika gezisi yedi hafta sürdü. Her gün beraberdik ve birbirimizin düşlerini analiz ediyorduk. O zamanlar, önemli saydığım birkaç düşüm vardı ama Freud onlara bir yorum getiremiyordu. Onun, bunları çözemediğini düşünmüyordum çünkü bazen çok iyi bir analizci bile, bilmece gibi düşleri yorumlayamaz. Bu insanoğlunun bir eksiğidir. Bu nedenle, düşleri yorumlamaktan vazgeçrnek istemiyordum. Tersine, yaptığımız analizler ve ilişkimiz benim açırndan çok değerliydi. Freud'u benden daha yaşlı, daha olgun ve daha deneyimli bir kişilik olarak görüyordum ve bu bağlamda, kendimi onun oğlu yerine ko-yuyordum ama tüm dostluğumuza ağır bir darbe vuran bir şeyoldu.

Freud bir düş görmüştü. Düşün içerdiği sorunu açıklamanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Düşü elimden geldiğince yorumladım ve özel yaşantısıyla ilgili biraz daha ayrıntı verirse, yoruma birçok şey daha ekleyebileceğimi söyledim. Freud'un buna tepkisi kuşku dolu çok garip bir bakış oldu. Sonra da bana, "Ama otoritemi tehlikeye sokamam ki!" dedi ve o anda da onu yitirdi. Bu cümle zihnime çakılı kaldı ve ilişkimize gölge düşürmeye başladı. Freud kişisel otoriteyi gerçeğe yeğ tutmuştu.

Daha önce de söylediğim gibi, Freud o zamanlar gördüğüm düşleri ya hiç yorumlayamıyor ya da eksik yorumluyordu. Birçok simgenin var olduğu ortak öğeleri içeren düşlerdi bunlar. Özellikle bunlardan biri, benim için çok önemliydi çünkü beni ilk kez, 'ortak bilinçdışı' kavramına yönlendiren ve 'Libidonun Simgeleri ve Değişimleri' adlı yapıtımın ön çalışmasını biçimlendiren odur.

Düş şöyleydi: Tanımadığım, iki katlı bir evdeydim. Ev 'benim' evimmiş. Kendimi üst katta, rokoko stilinde güzel eski eşyalarla döşeli salon gibi bir yerde buldum. Duvarlarda değerli eski tablolar asılıydı. Burasının evim olmasına şaşırmıştım. 'Hiç de fena değil,' diye düşündüm. Sonra aklıma, alt katın nasıl bir yer olduğunu bilmediğim geldi. Merdivenlerden alt kata indim. Oradaki her şey daha eskiydi. Evin bu bölümünün on beş ya da on altıncı yüzyıldan kalma olduğunun farkına vardım. Eşyalar Ortaçağ stilindeydi. Yerler de kırmızı tuğlayla döşenmişti. Oldukça karanlıktı. Bir odadan öbürüne dolaşırken, 'Bu evin her yerini görmeliyim,' diye düşündüm. Ağır bir kapının önüne gelip kapıyı açınca, mahzene inen taş bir merdivenle karşılaştım. Aşağıya inince kendimi, çok daha eski dönemlere ait olduğu anlaşılan kemerli, çok güzel bir odada buldum. Duvarları incelediğimde, olağan taş blokların arasında tuğla katman larını, harçta da tuğla parçacıklarını görür görmez duvarların Roma döneminden kalma olduklarını anladım. Merakım giderek artmıştı. Yere daha yakından baktığımda, taş karolarla döşeli olduğunu gördüm. Taşların birinde bir yüzük buldum. Onu almak istediğimde karo da kalktı ve altından karanlığa doğru uzanan dar taş basamaklar göründü. Basamaklardan inince, kayaya oyulmuş alçak bir mağarayla karşılaştım. Mağaramn zemini toz tabakasıyla kaplıydı ve tozun içinde ilkel bir kültürden arta kalmışçasına oraya buraya dağılmış kemikler ve kırık çanak çömlek parçaları görünüyordu. İki tane de çok eski, dağılmaya yüz tutmuş kafatası buldum. Ondan sonra da uyandım.
Bu düşte Freud'u en çok kafatasıarı ilgilendirdi. Birçok kez onlara değindi ve beni, onlarla bağlantılı bir isteğimi bulup çıkartmaya zorladı. "Bu kafataslarıyla ilgili düşüncelerim nelerdi?" "Kimin kafataslarıydı onlar?" Sözü nereye getirmek istediğini pekAla biliyordum: Düşümde ölüm isteğinin gizlendiğini söylemek istiyordu. 'Aslında benden ne istiyor?' diye düşündüm. 'Kime karşı ölüm isteğim olabilir ki?' Bu tür bir yoruma kesinlikle karşıydım. Üstelik, düşün ne anlama geldiğiyle ilgili sezgilerim vardı ama değerlen-dirmerne güvenemediğim için Freud'un ne düşündüğünü öğrenmek istemiştim. Ondan duymak istiyordum. Bu nedenle, isteğine boyun eğerek, 'Karım ve baldızım,' dedim. Hiç olmazsa, ölümü bu isteğe değecek birinin adını vermem gerekiyordu!

Kısa bir süre önce evlenmiştim ve içimde böyle bir isteğin zerresi olmadığım biliyordum. Anlayışsızlık ve öfke dolu bir dirençle karşılaşmadan, Freud'a düşümün yorumu üzerine düşündüklerimi aktarmam olanaksızdı. Onunla kavga etmeye hiç istekli değildim, ayrıca görüşümde ısrar edip dostluğunu kaybetmekten de korkuyordum. Bir yandan da, yanıtımdan ne sonuç çıkaracağım ve onun kuramına uygun düşen bir şey söylediğimde tepkisinin ne olacağım merak ettiğim için ona yalan söylemiştim.
Yaptığımın doğru olmadığım biliyordum ama düşünce dünyama girmesini kaldırmam olanaksızdı. Dünyalarımız arasında derin bir uçurum vardı. Yanıtım Freud'u çok rahatlattı. Bundan onun bazı düş yorumlarında çaresiz kaldığı için doktrininin arkasına saklandığını anladım. Düşün gerçek anlamını bulup çıkarmak bana kalmıştı.

Evin, ruhun bir tür imgesi olduğuna, yani o güne dek bilinçaltının ekledikleriyle birlikte bilincimin o aşamadaki durumunu yansıttığına kuşkum yoktu. Salon, bilinci simgeliyordu. Antik eşyalarla döşenmiş olmasına karşın, içinde hala yaşandığı izlemini veriyordu.

Zemin kat bilinçdışının ilk katmanıydı. Aşağılara indikçe görüntü yabancılaşıyor ve karanlık artıyordu. İlkel bir kültürün kalıntılarını buluyordum. Bilincin uzanabilmesi ve aydınlatabilmesi hemen hemen olanaksız olan ilkel insandı bu. Tarihöncesine ait mağaralarda nasıl ki insanlar gelip oralara el koyana dek genelde hayvanlar yaşamışsa, ruhun ilkel yanı da, hayvan ruhunun yaşam sınırında sona erer.
O dönemde, Freud'la benim zihinsel tutumumuzun ne denli farklı olduğunu anladım. Ben, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Basel'in yoğun tarihsel havasında büyümüş ve eski filozofları okuduğum için psikolojinin tarih~siyle ilgili az çok bir şeyler öğrenmiştim. Düşleri ve bilinçdışının içerdiklerini hiçbir zaman tarihsel karşılaştırmalar yapmaksızın ele almamıştım. Öğrencilik yıllarımda, Krug'un eski felsefe sözlüğünü kullanmayı alışkanlık haline getirmiştim. Özellikle, on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında yaşamış yazarları oldukça iyi biliyordum. ilk kattaki salon, onların dünyasıydı. Buna karşın, yanılmıyorsam, Freud'un zihinsel geçmişi Büchner, Dubo-is-Reymond ve Darwin'le başlıyordu.

Düş, biraz önce sözünü ettiğim bilinç durumunun başka uzantıları olduğunu da gösteriyordu. Bunlar, Ortaçağ'a özgü eşyalarla döşenmiş, kimsenin kullanmadığı ilk kat, Roma dönemine ait mahzen ve en dipteki tarihöncesi mağaraydı ve geçmişi ve geçmişte yaşanmış bilinç dönemlerini gösteriyorlardı.
Düşten önceki birkaç gün, bazı sorular sürekli kafamı kurcalamıştı. Freud 'un ruh halinin kaynağı neydi ve ne tür insan düşüncesine giriyordu? Son derece değişik kişiliğinin genel anlamda tarihsel varsayımlarla ilişkisi neydi? Düşüm, bunların tümünün yanıtını bana iletiyordu. Kültür tarihinin temellerini, yani bilinçliliğin birbirini izleyen katmanlarının tarihini gösterdiğine kuşku yoktu. Böylece düşüm, insan ruhunun bir tür yapısal şemasını çiziyor ve ruhun altında yatan ve hiçbir açıdan 'kişiye özgü olmayan' bir yapının varlığı olasılığını ortaya koyuyordu. İngilizlerin dediği gibi, 'click' etti, yani tam yerine oturdu. Düş benim için yol gösterici bir imgeye dönüştü ve ondan sonraki günlerde, baştan hiç düşünemediğim kadar doğrulandı. Kişisel ruhun altında önsel bir ortaklığın yatabileceği düşüncesi bende ilk kez bu düşle oluştu. Başta bunun, ruhun işlevselliğinin daha önceki formlarının izleri olduğunu düşündüm ama daha sonraları artan deneyimime ve daha güvenilir bilgiye dayanarak bunların içgüdü formları, yani arketipler olduğunu anladım.

Freud, bir düşün yüz oluşturduğunu, aslında bilinen ama sinsice diye nitelendirebileceğimiz bir biçimde bilinçten gizlenen anlamının da bu yüzün arkasında saklı olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncesine hiçbir zaman katılamadım. Bir bitkinin büyümesinde ya da bir hayvamn yiyecek bulabilmek için olabildiğince çaba göstermesinde olduğu gibi, doğa elinden geldiğince kendini iyi ifade etmeye çalışır. Bence, düşler de, hiç aldatmayan doğanın bir parçasıdırlar. Bu yaşam biçimlerinin bizi yanılgıya düşürme gibi bir niyetleri yoktur ama biz doğru dürüst göremediğimiz için yamlırız. Kulaklarımız bizi aldatmak istedikleri için değil, biraz sağır olduğumuz için doğru dürüst duyamayız. Freud'la karşılaşmamdan çok önce bile bilinçdışını ve onun dolaysız ortaya çıkışı olan düşleri, hiçbir Eaman keyfi ve göz boyama diye nitelendirilebilecek doğal yöntemler olarak görmedim. Bilincin oynadığı oyunların, bilinçdışının doğal yöntemlerine dek uzanabileceği varsayımını haklı çıkaracak hiçbir neden bulamıyorum. Tersine, günlük deneyimlerim bana, bilinçdışının bilincin eğilimlerine ne denli büyük bir güçle direndiğini öğretmişti.

Evle ilgili düş, üzerimde garip bir etki yaptı ve arkeolojiye olan ilgimi canlandırdı. Zürih'e döndükten sonra, Babil kazılarıyla ilgili bir kitap ve efsanelerle ilgili birçok şey okudum. Bunları okurken Friedrich Creuzer'in 'Eski Halk ların Simgeleri ve Mitolojisi' elime geçti. Bu kitap beni çok heyecanlandırdı. Deli gibi okumaya başladım. Kendimi kaptırıp yığınla mitolojik bilgi içeren yapıt okudum. Sonra da agnostik materyalleri taradım ve sonuçta aklım iyice karıştı. Klinik çalışmaları sırasında zihnin psikotik durumlarını anlamaya çalışırken de buna benzer bir şaşkınlığa uğramıştım. Sanal bir akıl hastanesinde, Creuzer'in kitabındaki tüm kentaurları, nympheleri, tanrıları ve tanrıçaları hastalarıymışçasına tedavi edip analizden geçiriyordum. Bunlarla uğraşırken, elimde olmadan eski mitolojiyle ilkel insanların psikolojisinin yakın bağlarını keşfettim. Bu da beni, çalışmalarımı ilkel insanların üzerinde çalışmaya itti.
Çalışmalarımı sürdürürken Miss Miller adında tanınmamış Amerikalı bir kadının fantezileri elime geçti. Yazı, çok saydığım ve babam kadar sevdiğim dostum, Theodore Flournoy tarafından Psikoloji Arşivi'nde (Cenevre) basılmıştı. Fantezilerin mitolojik kimliği beni hayrete düşürdü. Birikmiş ve hala darmadağınık düşüncelerim arasında bir katalizör etkisi yaptılar. Zamanla bunlar ve mitlerle ilgili elde ettiğim bilgiler biçim aldı ve ortaya, 'Libidonun Simgeleri ve Değişimleri' adlı yapıtım çıktı. Bu kitabın üzerinde çalışırken Freud'la ilişkimizin kopacağını haber veren düşler gördüm. Bunların en belirgin olanı, İsviçre-Avusturya sınırındaki dağlık bir bölgede olanlardı. Akşam olmak üzereydi. Avusturya İmparatorluğu zamanındaki gümrük memurları gibi giyinmiş yaşlıca bir adam göroüm. Biraz kamburunu çıkararak bana aldırmadan önümden geçti. Yüzünde aksi ama oldukça melankolik bir ifade vardı. Bir şeye kızmış gibiydi. Orada olanlardan biri bana, yaşlıca adamın aslında orada olmadığını, yıllar önce ölmüş bir gümrük memurunun hayaleti olduğunu söyledi. "Bir türlü doğru dürüst ölemeyenlerden biridir," diye de ekledi. Düşün ilk bölümü böyleydi.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Welcome to The Technological Citizen!This blog is meant to promote awareness, reflection, and dialogue about ethical issues in modern technology.

http://thetechnologicalcitizen.com/?cat=37

Öğrenilmiş çaresizlik/aşağılık duygusunun en keskin hali...

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

Öğrenilmiş çaresizlik kuramının temeli, bireyin pasifliği, eyleme geçememesi ve yaşamını kontrol edememe duygusunun, bireyin daha önceden kontrol etmeye çalıştığı ama başarılı olamadığı yaşam olayları ve travmalar sonucu geliştiği şeklindedir. Bu durumun daha sonra depresyona yol açtığı görülmüştür.

Kaçamayacakları elektrik şokuna maruz kalan köpeklerin davranışlarını açıklamak üzere geliştirilmiş bir öğrenme kuramıyken daha sonra insanlardaki depresyonun bazı çeşitleri için model olabileceği düşünülmüştür. Elektrik şoku verilen köpekler ilk şoku aldıktan bir süre sonra koşuşturup şoktan kaçmaktan vazgeçiyorlar ve acı verici bu uyaranı pasif bir şekilde kabulleniyorlar. İlk kaçma girişimlerinin sonuçsuz kalmasıyla kabullenme sürecine giriyorlar. Deneyin sonraki aşamasında köpeklerin şoktan kaçması için fırsat tanınıyor, fakat köpekler kaçınma davranışını bırakıp bir köşede inleyip şoka maruz kalmaktan kaçınmayı bırakıyorlar. Bu araştırmayla kontrol edilemeyen itici bir uyarana maruz kalan hayvanların çaresizlik duygusu geliştirebilecekleri ileri sürülmüş daha sonraki kontrol edebilecekleri stresli durumlarda da performans ciddi ve olumsuz yönde etkilenmiştir. Acı veren uyaranlar karşısında etkili bir şekilde yanıt verme motivasyonu ve yeteneği kaybolmuş görünmektedir.

Depresyondaki insanlarda da durum böyledir. Stres karşısında pasif kalıp başa çıkmalarını sağlayacak faaliyetlere başlayamamaktadırlar. Depresyonda olan bireylerle yapılan araştırmada da benzer sonuçlar bulunmuştur. İştahsızlık başlamıştır, yemede güçlük çekip kilo kaybetmişlerdir. Ayrıca bir çok depresif kişinin kendilerini başarısızlıklarından sorumlu tuttuğu gözlemlenmiştir. Hem çaresizliği öğrenen hem de kendini suçlayan depresif bireylerin durumu da yükleme kavramıyla açıklanmaktadır. Yükleme bir kişinin davranışı için olan açıklamasıdır. Başarısızlıkla karşılaşan bir birey bu durumu bir nedene yükleyecektir. Bu daha sonraki yaşam olaylarına karşı tutumunu da ekiler. Bu yüklemeler kişinin kendi içsel süreçlerine atıfta bulunduğu genel yüklemeler olabilir. “Hiçbir şeyi asla doğru yapamam” gibi. Kalıcı faktörlerle yüklemeler olabilir. “Matematikte asla başarılı olamam” gibi. İçsel faktörlere yüklemeler olabilir. “ Ben bir aptalım.” gibi. Özellikle kalıcı ve içsel faktörlere yapılan yüklemeler benlik değerini düşürmektedir. İnsanlar olumsuz yaşam olaylarını kalıcı ve genel değerlere yükledikleri zaman depresyona girerler, bu olaylardan kendilerini sorumlu tuttuklarında da benlik saygısının çökmesine neden olur.

Çaresizlik öğrenildiğinde “yapamıyorum, nasıl yapacağımı bilmiyorum, ben başaramam, yapamayacağımı biliyorum” gibi olumsuz cümleler telaffuz edilmeye başlanır. Kişi çaba harcamaktan vazgeçer, olumsuz uyaranlara pasif bir şekilde maruz kalmaya devam eder. Yapabileceğini gösteren her şeyi bilindışı süreçlerinde reddeder. Bu durumda şunu bilmek çok önemlidir. İnsan çaresizliği öğrenebileceği gibi güçlülüğü de öğrenir. Çok ciddi travmatik yaşantılardan sonra hayata yeniden daha güçlü sarılan insanlar çoktur.

Sirklerde tonlarca ağırlığındaki fillerin ayaklarında ince bir zincir olduğunu gören küçük bir kız babasına sorar. Neden bu fillerinin incecik zincirleri kırıp kaçamadıklarını merak eder. Babası bu durumu küçük kızına şöyle açıklar. “ Bu filler henüz yavruyken ayaklarına kaçamayacakları kalın zincirler bağlanır. Bir süre kaçmaya çabaladıktan sonra filler çaba harcamayı bırakıp durumu kabullenirler. Şimdi büyüyüp dev canlılar olduklarında da bu durum değişmez. Bir kere çaresiz olduklarını ve ne yaparlarsa yapsınlar kaçamayacaklarını öğrenmişlerdir. Koşullar değişse de bilgi değişmez. Onları kaçmaktan alıkoyan asıl zincir beyinlerindedir.”

Çaresizlik öğrenilebildiği gibi bütün zincirler kırılıp güçlülükte öğrenilebilir. Beyinlerimizdeki zincirleri fark edebilmek bu noktada çok önemlidir. Hayat ve koşullar sabit değildir. İnsan değişime gelişime açık bir varlıktır ve benzer durumlarda aynı sonucun alınması her zaman olası değildir. Bu noktada zincirlerimizi fark edip kırmak için çaresizlik içeren her düşüncenin üzerine gitmeli, önce beynimizi sonra ruhumuzu özgür bırakabilmeliyiz. Hemen şimdi yapamayacağımızı düşündüğümüz her şeyi gözden geçirme vaktidir. Zincirsiz bir yaşam da sadece bizim elimizdedir .

Psk.Nur GEZEK

En iyi gelişim ahlaki ikilem yaratmak :) Kohlberg'in örnekleri çok güzel bence...

Kohlberg ve Ahlak Gelişimi
Bireyin ahlak gelişiminin geçirdiği aşamaları ve bu aşamaların birbirleriyle ilişkilerini ve ahlak gelişimini belirleyen temel prensiplerini en geniş şekilde Kohlberg incelemiştir.Kohlberg ahlaksal düşüncesinin gelişmesini  gösteren altı aşamalı bir tablo oluşturmuştur. Bu tabloya göre birey,çocukluktaki en somut ve yüzeysel ahlak anlayışından, en somut ve derin ahlak anlayışına doğru ergenlik ve yetişkinlik evreleri yaşar. Kohlberg’e göre bu gelişim aşamaları evrenseldir ve her aşama kendinden bir önceki aşama gerçekleştikten sonra kendini gösterir. Fakat her bireyde ahlaksal gelişim aşamalarının tümünün gerçekleşmesi beklenemez. Her birey , sosyal ve kültürel çevresine bağımlı olarak kendi koşulları içerisinde ahlak gelişmesini sürdürür. Bu nedenle bireyler arasında aşama farklılıkları gözlenebilir. Ve her birey altıncı aşamaya kadar çıkamayabilir. Kohlberg’in kendi araştırmalarında yetişkin bireylerin çoğu dördüncü aşamadadır. Hatta dördüncü beşinci ve altıncı aşamaların birbirlerini izleyen aşamalar olamayıp alternatif aşamalar olabilecekleri kabul edilmiştir.
Kohlberg ahlak aşamalarını saptayabilmek için deneklere dokuz hikaye vermiş, her birinin ardından doğru ve yanlış davranışları nedenleriyle birlilikte sormuştur. Çözümlemede önemli olan doğru yada yanlış yargılardan çok ,bu yargıların dayandığı ahlaki düşünce tarzı /ahlaki yargıdır. Kohlberg’e göre ahlak yargılarındaki tutarlılık ,ancak ahlaksal düşüncesisin davranışa da yansıması halinde mümkündür. Oysa ahlaki düşünce düzeyi her zaman ,her koşulda davranışa paralel yansımayabilir. Kohlberg’in ikilemlerle ilgili hikayelerini yapan bir kişi,aynı soruya farklı bir günde farklı bir cevap verebilir. Dolayısıyla aynı denek,farklı zamanlarda aynı araştırmayı yapan farklı araştırmacılar için farklı ahlak aşamalarında çıkabilmektedir. Anacak bilindiği üzere, önemli olan farklı cevap vermesi değil ,cevabın arkasında yatan ahlaksal sebeplerin birbiriyle ilişkili tutarlılığıdır. Bu durumu Kohlberg’in ünlü hikayelerinden olan “Heinz’in İkilemi” ile örnekleyebiliriz. Avrupa’da bir kadın yakalandığı özel bir kanser türünden dolayı ölüme çok yaklaşmıştır. Doktorlar ,şehirdeki bir eczanenin yeni keşfettiği radium bileşimli bir ilacın yarlı olabileceğini ,kadının kocası Heinz’e bildirirler. İlaç çok pahalıdır ve bir dozu için yaklaşık 200 dolara mal olmaktadır. Fakat eczacı ilacın bir dozu için yaklaşık 2000 dolar istemektedir. Heinz bütün gayretleriyle 1000 dolar toplayabilmiştir. Heinz eczacıya karısının çok hasta olduğunu ve paranın kalan yarısını da sonra vereceğini söyler. Eczacı Heinz’in teklifini kabul etmez ve ilaç için paranın tamamını ister. Şimdi Heinz ilacı çalmalımıdır? Niçin?
Kohlberg ‘in üç gelişim düzeyi ve bu düzeyle ilgili evreler söyle özetlenir.
1-Gelenek Öncesi Düzey:
Bu düzeyin temel özelliği körü körüne bağlılık karşılıklı sorunlarda bireysel çıkarlara dayalı ilişkidir. “Kuvvetli olan kazanır”düşüncesi temel felsefesidir. Bu düzeyde kişi iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kültürel kural ve değerlere açıktır. Ancak bunları, ceza ödül gibi fiziksel sonuçlarına göre ya da bu kuralları ortaya koyan kimselerin fizik gücüne göre değerlendirir Bu düzeyi anlamak için iki alt evresini incelemek yararlı olacaktır.
1.1.-Birinci Evre: Ceza ve İtaat eğilimi
Kurallara ve otoriteye körü körüne bağlılıktır. Kurallar nasıl gerektiriyorsa,otorite nasıl istiyorsa ona uymak gerekir. Uygun davranılmadığı zaman yanlış davranılmıştır ve karşılığı cezadır. Dolayısıyla otoriteye ve kurallara boyun eğmenin temel nedenlerinden biri cezadan kaçınmaktır. Özellikle insanlara ve eşyalara maddi zarardan kaçınılır. İnsan yada eşyaya zarar verilmişse ceza zararın doğal sonucu olarak değerlendirilir. Genel olarak olayın dış görünüşüne ve meydana gelen zararın büyüklüğüne bakarak karar verilir. Olayın gerisindeki neden önemli değildir. Örneğin bir çocuk annesine yardım ederken on tane tabağı kazara düşürüp kırmıştır. Diğeri ise annesi görmeden şeker alırken bir tek şekerliği düşürüp kırmıştır. Bu dönemdeki çocuklara hangi çocuğun daha suçlu olduğu sorulduğunda on tane tabak kıran çocuğun daha suçlu olduğunu belirtmişlerdir
Bu durumlar ben merkezci açıdan değerlendirilir. Başkalarının ilgisini,tercih ve düşüncelerini dikkate almaz. Diğer insanların tercih ve düşüncelerinin farklı olabileceğini düşünmez. “Ben sütü seviyorsam herkes sütü sever”yargısı durumu özetler. Olaylar psikolojik açıdan değil,fiziki sonuçlarına göre değerlendirilir.
1.2.-İkinci Evre: Bireysellik, Karşılıklı Çıkara Dayanan Alışveriş
Bu dönemde doğru olan şey,diğer insanların ihtiyaçlarını da dikkate alan,somut ve adil karşılıklı alış-veriştir. Bu evredeki kişi “ne kadar alırsam o kadar veririm”şeklinde bir yargıya sahiptirler. Diğer yandan kurallara ,kurallar kişinin ihtiyacını karşıladığı sürece uyarlar. Bu evredeki kişinin düşüncesine göre kişi kendi çıkarları ve ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa o şekilde davranması gerekir. Bu hak diğer insanlar için de geçerlidir. Diğer insanlarla ilişkilerimizde bu karşılıklı çıkarlarla gözetmemiz gerekir. Alışverişin adil olması gerekir. Birisi diğerinde fazla veriyorsa yada alıyorsa bu yanlış bir durumdur. Pragmatik alış-veriş kavramı sevgi, bağlılık ve adalet kavramı yerine geçerlidir. Çocuk, ödüllendirilen davranışları yapar,cezalandırılanlardan çekinir. “Polis beni koruduğu sürece,belediye suyumu sağladığı sürece vergimi vermem gerekir.devlet bana bir şey vermiyorsa ben neden ona bir şey vereyim”temel yargılarında birisi olarak gözlenir.
2.-Geleneksel Düzey
Bu düzeyde aile,grup yada ulusun beklentisi kendi başına değer taşır. Buradaki tutum sadece sosyal düzen ve beklentilere uymak değil, aynı zamanda onlara gösterilen sadakatte önemlidir. Bu düzeyin iki alt devresi vardır.
2.1.-Üçüncü Evre:Kişiler Arası Uyum Eğilimi
Doğru,iyi insan olmaktır. Doğru diğer insanların duygularıyla ilgilenmek,onların beklentilerine cevap vermek ve kurallar doğrultusunda davranmaktır. Doğru davranmanın “iyi olmanın”nedeni ,çevresinin,kendisi için önemli olan kişilerin onayını almaktır. Yaygın davranış normlarına uyma ön plandadır. Davranış niyete göre değerlendirilir. ‘İyi niyetli olmak’ önem kazanır. Güven, sadakat, saygı, karşılıklı ilişkilerin devamlılığı ve minnettarlık önemlidir
Kurallara bağlılık ve iyi adam olma altın kuraldır. Diğer insanlarla ilişkilerde kendini diğer insanların yerine koyarak onların beklentilerine uygun davranmak ve kurallara uymak altın kuraldır. İyi bir vatandaş vergi ödemelidir. İyi bir çocuk,annesinin babasının koyduğu kurallara uyar ve onların istediği gibi davranır.
2.2.-Dördüncü Evre: Kanun ve Düzen Eğilimi
Doğru, bireyin temel ihtiyacı,toplumsal düzeni korumak,toplumun ve gurubun refahı doğrultusunda davranmaktır. Doğru, toplumsal sözleşme sonucu kabul edilmiş görevler doğrultusunda davranmaktır. Kanunlar, sosyal düzenin sürekliliğini sağladığı,bireylerin sosyal çıkarlarıyla çelişmediği sürece korunur. Doğru, bireyin topluma,bireylere, kurumlara katkıda bulunmaktır. Kurallara uymanın nedeni,toplumsal sistemin-düzenin- korunmasıdır. “Ya herkes aynı şeyi yaparsa” kaygısı toplumsal düzenin bozulması korkusunu yansıtır. “Herkes vergisini vermezse ne olur? Kimse askere gitmezse ne olur?” gibi düşünceler davranışın temelini oluşturur. Birçok yetişkin muhtemelen bu dönemde kalır.
3.-Gelenek Ötesi Düzey
Bireyin,başkaları ve otoriteden bağımsız olarak izlemek istediği ahlak ilkelerini seçtiği ve kendine özgü değerler sistemini örgütlediği düzeydir.İlk düzeyde otorite kişinin tamamen dışındadır. İkinci düzeyde kişi otoriteyi içselleştirmiştir, ancak sorgulamaz. Bu üçüncü düzeyde ise kişisel otorite oluşur.Ahlak gelişiminin beşinci ve altıncı aşaması bu düzeyin kapsamındadır.
3.1.-Beşinci Evre: Sosyal Sözleşme Eğilimi
Bireysel farklılıklar gözetilir ve doğal karşılanır. Her birey kendi tercihini yapma hakkına sahiptir. Doğru,toplumun temel hak ve değerlerini,temel hukuk kurallarını grubun kanunlarıyla çelişse bile korumaktır. Doğru,insanın farklı düşünce ve değerleri taşıyabileceklerini bilerek bu göreli değerleri korumaktır. Yaşama,özgürlük gibi temel hak ve özgürlüklerini çoğunluğun görüşüne ters düşse bile korumaktır. Bu düzeydeki ahlak gelişimine göre çoğunluk anlaşarak ,azınlıkta kalanların temel haklarına zarar verecek kanunlar yapamazlar. Bunun için yasalar kılı kırk yararak hazırlanmıştır. Bu ahlaki gelişim düzeyinde yetişkinlerin ancak %25 olmaktadır .
Bu dönemdeki ahlak gelişimine ulaşmış bir kişi,toplumun üstünde bir bakış açısına sahiptir.toplumsal anlaşmanın sonucu,belirlenen kanunlara akılcı bir yaklaşımla saygı duyulur. Ancak evrensel ahlaki bakış açısı ile hukuki bakış arasındaki çelişkiler çözümlenemez. Örneğin hiçbir yasa bir insanın ölümüne sebebe olabilecek bir davranışı meşru göstermez. Ancak kendisini öldürmeye gelen birini öldüren birini cezalandıramaz.çünkü bu durumda insan yasalara karşı gelmekle kendi yaşamını kurtarma arasında bir seçim yapmak durumunda bulunmaktadır. Böyle bir durumda kendi yaşamının devam etmesi her şeyin üzerinde olmalıdır.
3.2.-Altıncı Evre : Evrensel Ahlak İlkeleri Eğilimi
Kohlberg ‘in ahlaki gelişime ilişkin düşüncelerinden en çok tartışılan evredir. Bu düzeyin kurumsal olduğunu ileri sürenler vardır.
Kohlberg ,önceleri bu düzeyin çok az insanda gözlendiğini(örneğin Hz. Muhammet ) öne sürmüştür.1970’te kuramında yeni bir düzenleme yaparak gelişim düzeylerini üç,evreleri de azaltarak beş olarak belirlemiştir. Kohlberg ‘e göre bu evreye ulaşmış kişi,everensel ahlaki prensipleri kendine rehber edinmiştir. Yazılmış kural ve yasalardan bağımsızdır. Bunun anlamı “birey hali hazırdaki tüm yasalara karşıdır” demek değildir. Aksine kanunlar evrensel prensiplere uygun olduğu için desteklenir. Kanunların bu prensiplerle çelişmesi halinde bu prensiplerin korunması gerekmektedir. Çünkü prensipler insan haklarına, insan onuruna saygılı davranmayı gerektirir. Evrensel ahlaki prensipler sadece bir grubun geliştirdiği yada düzenlediği prensipler değildir. Tüm insanların eşitliğini temel felsefe olarak benimseyen yaşama haklarını, eğitim görme hakkı, özgür tercihte bulunma,düşünme ve açıklama hakkından kimse yoksun bırakılmamalıdır. Halihazırdaki yasalar bu prensiplerle çeliştiği zaman birey kendi vicdanına uygun davranışta bulunur. Dolayısıyla kendi ilkelerine aykırı durumlarda yasalara karşı çıkmaktan kaçınmaz.
Kohlberg’in yapmış olduğu bu evreler “evre” anlayışına uygun olarak hiyerarşik bir yapı gösterir. Yani birey bir evreden sonraki evreye geçer. İnsanların büyük çoğunluğu üçüncü ve dördüncü evrededir. Beşinci ve altıncı evreye geçebilen insanların sayısı çok azdır. Hatta altıncı evreye ulaşabilen çok az insan vardır. (Bacanlı,1999,s;60) 
Ahlak gelişimi düzeyleri
I-Gelenek Öncesi Düzey
  • Kurallar başkaları tarafından düzenlenir
  • Etkinliğin fiziksel sonuçlarına göre kötü yada iyi belirlenir
  • Bireyin kendi gereksinimleri ön plandadır.
Ahlak gelişimi aşamaları
1.Ceza ve itaat eğilimi
  • Çocuk otoriteye uyar ve cezadan kaçar
  • İyi yada kötü etkinliğin fiziksel sonuçlarını belirler
2.Bireysellik,karşılıklı çıkara karşı alışveriş
  • Her ne olursa olsun bireyin kendi çıkarları önemlidir. Bazen diğerlerinin ihtiyaçlarını da dikkate alır. Ancak ne kadar alırsa o kadar verir.
II-Geleneksel Düzey
  • Aile,grup ve ulusun beklentileri,yakın ve açık sorunları düşünmeksizin önemlidir
  • Bireyin ihtiyaçları grubunkilere göre ikinci plandadır
  • Kanunlara uyma ve sosyal düzeni koruma önemlidir
3-Kişiler arası uyum
  • İyi bir davranış, başkalarına yardım etmek ve başkalarını mutlu etmektir
4-Kanun ve düzen eğilimi
  • Kanunlara ve sosyal düzene uymak önemli
  • Doğru davranış,bireyin sosyal düzen ve otoriteye uygun olarak görevini yerine getirmesidir

III-Gelenek Sonrası Düzey
  • Bireyin kendine özgü ahlak ilkelerini seçtiği ve değerler sistemini örgütlediği düzeydir
5-Sosyal sözleşme eğilimi
  • Kanunlar toplumun iyiliği için değiştirilebilir
  • Değerler ve kanunlar eleştirici bir şekilde yer alır
6-Evrensel ahlak ilkeleri eğilimi
  • Birey kendine özgü ahlak ilkelerini örgütle
  • Bu ilkeler genellikle eşit adalet insan haklarına dayalıdır
  • “Adalet kanunun üstündedir”

Kohlberg’in ahlaki gelişim düzeyleri
Yukarıdaki hikaye için(Heinz ikilemi) çeşitli devrelerdeki ahlaki düşünce tarzları için Kolberg’den alınan örnekleri incelersek:
.Düzey 1. Devre cevapları: (Güdülenmeler ve gereksinme sonuçları göz önüne alınmaksızın, davranış fiziksel zararla ölçülür.)
Evet- < İlacı çalmalı. İlacı çalmak aslında kötü bir şey değil. İlaç için baştan para vermeyi de denedi, zaten aslında çaldığı ilaç 2,000 dolarlık değil. 200 dolarlık.>
Hayır- “ İlacı çalmamalı. Büyük bir suç. İzin almadı, zorla eczaneye girdi. Çok pahalı bir ilacı çalıp eczaneye de kapıyı vs. kırıp girerek çok zarara yol açtı.”
II. Düzey/3.devre cevapları: (Davranış güdüye ve davranışı yapan kişiye göre değerlendiriliyor. Bir davranış eğer <iyi>, özgecil(diğerkam) bir güdüye dayanıyor ya da böyle bir kişi tarafından yapılıyorsa, iyidir, bunun tersi ise kötüdür.)
Evet- <İlacı çalmalı. İyi bir kocanın yapması doğal olan bir şeyi yaptı. Karısını sevdiği için yaptığı bir şeyden dolayı onu suçlayamazsınız. Eğer karısını kurtaracak kadar sevmeseydi o zaman suçlanırdı.>
Hayır- <Çalmamalı. Karısı ölürse, Heinz suçlanamaz. Yasal yollarla yapabileceği her şeyi karısını sevmediği ya da kalpsiz olduğu için yapmamış değil. Bencil ve kalpsiz olan eczacıdır.>

III.Düzey/6.devre cevapları: (İyi niyet, bir davranışı doğru ya da yanlış yapmaz. Ancak bir davranış, kişisel olarak seçilmiş ilkelere dayanıyorsa yanlış olamaz. Kurallara uymamak aslında doğru bir davranış olabilir, fakat bu sadece kuraldan sapma ile bir ahlak ilkesine kesinlikle ters düşme arasındaki bir tercih durumunda söz konusudur. Ahlak ilkelerinin de yasal kurallar kadar, hatta daha fazla önemi olduğuna inanılır).
Evet- <Bu durum Heinz’ı çalmakla karısını ölüme terketmek arasında bir tercihe zorlamaktadır. Bir tercih yapılması zorunlu olduğu zaman çalmak ahlaken doğrudur. İnsan hayatını koruma ve ona saygı gösterme ilkesine dayanarak hareket etmesi gerekir.>
Hayır- < Heinz, karısı kadar ilaca ihtiyaç duyan başka insanlarda olup olmadığı konusunda bir karar verme durumundadır. Heinz karısına karşı duyduğu kendi hislerine göre değil, söz konusu olabilecek bütün insanların hayatının değerini göz önüne alarak hareket etmelidir>.

Bu cevap örneklerinden de görüldüğü gibi, Kohlberg’in kullandığı ahlak problemleri kesin doğru ya da yanlış davranışı kolayca saptamaya uygun değildir. Burada dikkat edilen, doğru ya da yanlış yargısına ulaşmak için gereken usavuruştur. Kişinin hangi ahlak devresinde bulunduğunu bu usavuruş gösterir.(www.dishekimi.net)
4.-Kohlberg’in Kuramının Sınırlılıkları ve Farklı Görüşler
Kohlberg ,ahlak gelişimi aşamalarını aşağı yukarı aynı yaştaki bireylerde aynı sırayı izlediğini.ABD,Meksika,Tayvan,Türkiye’de ortaya koymuştur. Bir çok araştırma erkeklerle yürütülmekle birlikte kadınlarla yapılan bazı araştırmalarda benzer bulgular bulunmuştur. Ancak Kohlberg ,bulguları tüm insanlara genellemiştir
Kohlberg kuramının en önemli sınırlılığı,gerçek davranışı gözlemekten çok usa vurma ile ilgilenmezsi olmuştur. Bazen insanların söyledikleri ile yaptıkları farklılık göstermektedir. Ayrıca farklı dönemlerde bulunan bir çok insan benzer şekilde davranabilmekte ve ayrıca aynı dönemde bulunan birçok insan farklı davranabilmektedir(Senemoğlu,1997,s;73)
“Ahlaksal düşüncenin gelişim düzeyi ile, bireyin ahlaksal davranışı arasında bir ilişki var mıdır?” sorusu psikologları sürekli ilgilendirmiştir Bu konuda yapılan araştırmalar kesin bir sonuca ulaşamamış ve genellemeler yapılamamıştır. Varılan en belirgin sonuç şudur Ahlaksal düşünce bireyin ahlaksal davranışını belirleyen değişkenlerden biridir. Ahlaksal davranışı, yasaklanan davranışın çekicilik derecesi, bireyin içinde bulunduğu grubun baskısı, yakalanma ihtimalinin düşük ya da yüksek olması gibi başka faktörler de etkiler. Her bireye göre değişkenlerin değen farklı olabileceğinden bu konuda herkes için bir genelleme yapmak zordur.
Kohlberg’in kuramı, bazı öznel ya da kültürel değer yargıları içermekle suçlanmıştır. Örneğin, ilkeye dayanan ahlâkın yasaya dayanan ahlâktan yüksek olduğu fikri kendi içinde bir değer hükmü olarak nitelendirilmiştir.
Bir başka sorun, kişisel ahlâk düzeyi ile toplumsal ahlâk düzeyi her zaman uyuşmamasıdır. Örneğin, 6. aşamadaki bir kışı, zor bir ahlak sorunuyla karşılaştığı zaman evrensel ve mantıken tutarlı ideal ahlâk ilkelerine göre davranacaktır. Bu ilkeler yasalara ters düşecek olursa, o kimse yasalara da ters düşecektir. Ancak bu kimse, aynı zamanda yasaların toplum yararı için genel görüş birliği ve anlaşma sonucunda yapıldığının da bilincindedir. Burada sorun, bu aşamadaki bir kimsenin 4. aşamadaki bir toplumda nasıl yaşayabileceğidir.
Diğer bir sorun, ilke çatışması sorunudur. Örneğin çocukluğundan ben kan davasının boynunun borcu olduğunu öğrenen bir kimse için, hasım aileden birin öldürmek çok önemli ve günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş bir ilkedir. Yaşamı boyunca eğitim ve toplumdan edindiği yasalara uyma, adam öldürmeme gibi ilkeler kan davasıyla ters düşmektedir. Hangisi kazanacaktır? Hangisi daha üstün bir ilkedir?
Kohlberg’in çalışmasına ilişkin çokça yöneltilen başka bir eleştiri ise
cinsiyet ayrımının yapılmamasıdır.Örneğin kadınlar ahlaksal sebeplerini açıklarken genelde “şefkat-sevgi” ve “özel ilişkilerine” gönderme yaparlar. Bu kavramlar, ahlaksal gelişimde ikinci seviyede, üçüncü aşama olarak yer almaktadır.Öte yandan, erkekler , gerekçelendirmelerini “adalet ve eşitlik” kavramlarını kullanarak yapmaktadırlar. Bu kavramlar, üçüncü seviyede olup, beş ve altıncı aşamada yer alabilmektedir. (www.isletme.istanbul.edu.tr)
5.-Türkiye’de Bireylerin Ahlak Gelişimi Aşamalarındaki Yerleri
Bu çakmada Kohlberg’in ahlâk gelişimi aşamalarını bir çerçeve (referans) ve onun hikâyelerinden birkaçını da araç olarak kullanarak, bizim kültürünüzde bireylerin bu ahlâk aşamalarındaki yerlerinin eğitim alanlarına göre anlamlı hır farklılaşma gösterip göstermediğini test etmeyi hedefledik Kulandan hikâyeler anlaşma-otorite), yaşam-yasa , vicdan-ceza konulan arasındaki çatışmayı içeren hikayelerdir. Deneklere verilen hikâyelerin altında içerik analizi yapmamızı sağlayacak sorular vardır. Bu amaçla örneklemimiz, hukuk, ilahiyat ve isletme eğitimi alan öğrencilerden oluşturmaya karar verdik. Ve eğitim aldıkları alanda bu mesleğin Mermi taşıyabilmeleri adına dördüncü sınıf öğrencileri ile çalışmayı uygun bulduk.
Araştırmaya, Ankara Üniversitesi’nden 72 ilahiyat, 61 hukuk ve 49 işletme son sınıf öğrencisi katılmıştır. Toplam 182 öğrencinin 82sı kız, 99u erkektir.
Her bir hikayenin ardından bireyin ahlâk yargılan hakkında fikir edinmemizi sağlayacak çoğu iki şıklı olan 10-11 soru sorulmuştur. Hikayeler ve sorular büyük ölçüde Kohlberg’in çalışmasına dayanmaktadır. Deneklere sorulan sorular açık uçludur. Formlar değerlendirmeye alındığında içerik analizine tabı tutularak, rastlanılan ifadeler, bu ifadeleri kaç kışının, kaç kez tekrarladığı, ifadelerin yer alabileceği aşama tek tek kaydedilmiş, her bir hikaye ve incelenen her grup için hangi ahlâk aşamasının söz konusu olduğunun yorumlanabilmesi için ağırlıklandırmalar dikkate alınarak hesaplama yapılmıştır. Sonuçta bu farklı eğitim alanlarını oluşturan grupların her bir hikayedeki ikilemde nerede ve hangi aşamada olduktan hakkında bir izlenim elde edilmeye çalışılmıştır.

ilk hikaye anlaşma-otorite ikilemi üzerinde durmaktadır
“Ondört yaşındaki Joe yaz kampına gitmeyi çok arzulamaktadır. Joe’nün babası, parasını kendi çalışarak biriktirmesi koşulu ile yaz kampına gidebileceğine dair söz vermiştir. Joe sabahları gazete dağıtmaya başlamış, yaz kampı için gerekli parayı ve hatta biraz fazlasını biriktirebilmiştir. Ancak yaz kampının başlamasına çok kısa bir süre kala Joe’nun babası fikrini değiştirir. Arkadaşları özel bir balık avına gideceklerdir ve Joe’nun babasının parası gezi için yeterli değildir. Sonuç olarak, Joe’nun çalışarak biriktirdiği parayı kendisine ‘vermesini söylemiştir. Joe kampa gitmekten vazgeçmek istememektedir ve babasına parayı vermeyi reddetmeyi düşünmektedir. ”
Toplam 182 formun içerik analizi sonucu 1792 ifade kodlanarak, 58 temel ifade saptanmış, bu ifadelerin 28ı “verilen sözün tutulması ve hak”, 9u “babanın ilişkideki rolü”, 8’i çocuğun ilişkideki rolü” ,4u “otorite”, 4ü “birey olmak”, 3ü “aile” ve 7 sı “anlaşma” kavramları çerçevesinde gruplanmıştır.
Yöneltilen 11 soru ile elde edilmiş olan bu 58 ifade, Kohlberg’in ahlâk aşamaları açısından tek tek değerlendirilmiş, her bir ifadenin işletme, hukuk ve ilahiyat öğrencileri tarafından kaç kez tekrarlandığı saptanmıştır. Her uç öğrenci grubu için hikayedeki ortalama aşamalarını belirleyen analizin yapılması sonucu, işletme bölümü öğrencileri 4.09 , hukuk öğrencileri 4.16 , ilahiyat öğrencileri 4.01 değerlerinde bulunmuştur.
Kohlberg’in 4. aşaması geleneksel düzeyde kanun ve düzen eğilimi olarak belirtilmiştir. Bu bağlamda birbirlerinden anlamlı farklılık göstermedikleri belirlenen üç öğrenci grubunun da “görevini doğru yapmanın önemi üzerinde durdukları saptanmıştır
İkinci hikayemiz yaşam-yasa ikilemini taşımaktadır
Avrupa’da bir kadın, ender görülen bir kamer türünden ölüm döşeğinde yatmaktadır doktorlar hastanın ümidi olabilecek bir ilaç olduğunu düşünmektedirler. Bu, aynı kasabada bir eczacı tarafından bulunan özel bir ilaçtır. İlacın yapımı çok pahalıdır Ancak eczacı ilacı maiyetinin 10 katma satmaktadır İlaç için gerekli olan radyuma 400 dolar verip, ilacın küçük bir dozajı için 4000 dolar istemektedir. Hasta kadının eşi Heinz, tanıdığı herkesten borç para istemiş, gerekli bütün resmi mercilere başvurmuş, ilacın yarısını karşılayabilecek 2000 doları ancak bulabilmiştir. Heinz eczacıya gidip, eşinin ölmek üzere olduğunu, ilacı mümkünse ucuza verip veremeyeceğini, eğir veremezse, paranın geri kalanını daha sonra ödeyip ödeyemeyeceğin! sorar?. Ancak eczacı, “Hayır, bu ilacı ben buldum ve bundan bir servet yapmaya niyetliyim” der ve Heinz’i reddeder. Bütün resmi mercilere zaten başvurmuş olan Heinz çaresizlik içinde, eczaneye gece yarısı grip, ilacı karısı için çalmayı düşünmektedir
182 formda 10 soru itibariyle 1634 ifade kodlanarak 47 temel ifade saptanmış, bunların 15i “çalma eylemi”, 10u “yabancı birinin hayatı”, 7sı “sevdiğinin hayatı”, 6a “evcil hayvanın yasam hakkı”, 6’sı “yasa”, 3ü “yasam hakkı olarak gruplanmıştır
Birinci hikayede uygulanan analız yöntemi takip edilerek, işletme, hukuk ve ilahiyat öğrencilerinin bulundukları aşamalar sırasıyla, 4.01 , 3.94 ve 3.86 olarak hesaplanmıştır.
Her üç gruptaki öğrencilerin de 4. asamaya yakın olduğu ve 3. aşamanın izlerini taşıdıkları görülmektedir. 3. asama “kişiler arası uyum, 4 aşama “kanun ve düzen eğilimi”’dir. Her iki aşama da geleneksel düzey altında incelenmektedir.
Üçüncü hikaye vicdan-ceza ikilemini yansıtmaktadır
Heinz eczaneye gece yarısı girer. İlacı çapar ve karısına götürür. Ertesi gün gazetelerde soyguna ilişkin haberler çıkar. Polis memuru olan ve Heinz’i tanıyan Brown gazetelerde çıkan soygunla ilgili haberleri okur. Heınz’ı gece yarısı dükkândan hızla uzaklaşırken görmüştür ve ilacı çalan Heinz’ı ihbar edip etmemekle ilgili tereddüt etmektedir
1608 ifade kodlanarak, 43 temel ifâde saptanmış, 24ü “ihbar etme kararının gerekçelerini”, 19u “ihbar etmeme karanım gerekçelerini seklinde gruplanmıştır. . Analiz sonucu isletme öğrencileri 3.73 , hukuk öğrencileri 4.05 ve ilahiyat öğrencileri 3.30 asama ortalaması göstermişlerdir.
İlk iki hikayede gruplar arasında anlamlı bir farklılık gözlenmemesine rağmen burada dikkate değer bir farklılaşma gözlenmiştir. Örneğin ilahiyat öğrencileri 3. aşamada “iyi çocuk eğilimi”nde çıkmışlardır. İyi niyeti olmak ve başkalarını memnun etmek, beklentilerini karşılamak baslı başna değerlidir. Hukuk öğrencileri için ise, 4. aşama yanı “kanun ve düzen eğilimi” söz konusudur. Yerleşmiş kuralları ve sosyal düzeni korumak, görevini doğru yapmak önemlidir. (www.isletme.istanbul.edu.tr)
6.-Kohlberg ve Piaget’nin Ahlak Gelişimi üzerine görüşlerin karşılaştırılması
Kohlberg’in ahlak gelişimi olan kuramsal açıklamalarına ilişkin yapılan araştırmalar, ahlak gelişimin bireyin içinde bulunduğu gelişimsel düzey tarafından etkilendiğini göstermektedir. Kültürler arası yapılan çeşitli araştırmalar takvim yaşı ilerledikçe birinci ve ikinci dönemde bulunan bireylerin sayısının azaldığı buna karşılık dördüncü beşinci altıncı dönemde bulunanların sayısında artış olduğu gözlemlenmektedir. Bu durum bireysel gelişimle ahlak gelişimi arasında doğru bir orantı bulunduğunu ortaya çkar.
Kohlberg’in gelişim öncesi düzeyi Piaget’nİn işlem öncesi düzeyine denk gelmektedir.İşlem Öncesinde hakim olan düşünce ben merkezci düşüncedir.Buna bağlı olarak çocuğun kendi istek ve gereksinimlerini ön planda tutması doğal görülmektedir.Geleneksel öncesi düzeyde çocukların görüşlerinde bir otorite durumu olmadığında kendi isteklerine göre davranabilirler.Pİagef in özerk dönem için de belirttiği özellikler de Kohlberg’in gelenek üstü düzeyine uygunluk gösterir.
Geleneksel düzeye has olan başka kişilerin istek ve gereksinimlerinin farkında olup onların bakış açılarındanda olayları irdeleyebilme becerisi ben merkezli düşünceden kurtulmayı gerektirmektedir. Karar verirken farklı açılardan düşünüp, değerlendirmeler yapabilmek en azından somut düşünce biçiminin yerleşmiş olması gerekmektedir.
Gelenek sonrası düzeyde soyut,evrensel ilkelerin kavranması düşünce ve davranış sistemine dahil edilmesi gerekir.Bunun olması içinde bilişsel gelişimin soyut işlemler dönemine ulaşmış olması gerekir.Her iki kuramın da çocukların ahlaki gelişim basamaklarını sıra ile geçtikleri ve bu basamaklardan herhangi birisinin atlanması mümkün olmadığını düşünürler.Her ikisi de olgunlaşmanın dışında çevresel yaşantıların da ahlak gelişimi üzerinde etkili olduğunu açıklamıştır.
Ahlak gelişimine ilişkin görüşler ele alındığında piagert ve Kohlberg’in yaklaşımları arsında benzerlikler dikkati çekmektedir. Her iki kuramcıda ahlaki gelişim aşamalarından sırayla geçtikleri ve aşamalardan herhangi birisinin atlanmasının mümkün olmadığını düşünülmektedir.
Piagertin ahlak gelişimine yönelik sınıflandırılması ile Kohlberg’in sınıflandırılması karşılaştırıldığında Piagertin “dışa bağlı “ dönemi, Kohlberg’in “gelenek öncesi” ve”geleneksel” ahlak gelişimi düzeyine karşı gelmektedir. Piagert’in “özerk” dönem içim belirttiği özellikler Kohlberg!in “gelenek sonrası” düzeyine uygunluk göstermektedir.
Piaget:Bilişsel Gelişim
Kohlberg:Ahlak Gelişimi
Duyusal-motor Dönem(0-2 yaş)
____
İşlem öncesi dönem (2-7 yaş)
Gelenek öncesi düzey(3-9 yaş)
Somut işlemler dönemi (7-12 yaş )
Geleneksel düzey (9-14yaş)
Soyut işlemler dönemi(11 yaş üstü)
Gelenek sonrası düzey (14 yaş üstü)

4 Kasım 2011 Cuma

3-4 Yaş Dönemi Dil Gelişimi


Söz dağarcığı gelişmiştir. Kullandığı sözcük sayısı 300’lere çıkmıştır. Dil bilgisi kurallarına tam uyulmaz. Yeni sözcükler öğrenirken, bildiği sözcükleri daha esnek kullanır. Ana dilinin temel yapılarını öğrenir. Zamir ve bazı basit edatları uygun biçimde kullanabilir. 3 ve daha fazla kelimeli anlamlı cümleler kurar. Telaffuz hataları görülür.Kendini rahatça ifade eder. Dil kullanımı çok yönlü olup duygularını, düşüncelerini ilişkilerini anlatır. Oyunlarda kendi kendine konuşma (monolog) görülür. Şiir ezberleyebilir. “Ve” bağlacını kullanmaya başlar. Cümleleri daha gramatik hale gelmiştir. Yeni kelimelere karşı büyük bir ilgi ve istek duyar. Fısıldamayı öğrenir. Hayali oyunda dil kullanır. Çocuk, kendine dönük açıklamalar yaparak benmerkezci konuşma sergiler. Söz diziminde özne, nesne ve yüklem arasındaki fonksiyonel ilişkileri anlar. Çekim kurallarının görülmeye başladığı dönemdir. Çocuk geçmiş, şimdiki ve geniş zaman eklerini kullanır. Çocuk önce “Kedi içer.” derken şimdi “Kedi içiyor.” şeklinde kullanır. “ Nerede, ne zaman?” 3 yaş civarında olan çocuklar ne, kim? sorularını genişletirler. Yetişkinlerin kullandığı soru formlarındaki cümleleri, 4 yaşlarında üretmeye başlarlar. 4-5 yaşta çocuk dili kolay ve doğru kullanılır. Anne ve babasının ses perdesini taklit eder. Dili kullanmada kız çocukları, erkek çocuklarına göre daha iyidir. Benmerkezci konuşma sürdüğü görülür. Sözcük sayısı artmaya devam eder. Kelime hazineleri 1000 kadardır.
Gözlem: Yeğenim Ecrin, geçen hafta 4 yaşına bastı. 2 yaşından sonra konuşmaya başlamakla birlikte genellikle Ecrin;
·         Cümlelerini düzgün kuruyor ve genellikle iyi telaffuz ediyor. Eğer kelimenin telaffuzu zorsa örneğin televizyon, o kelimeyi doğru söylemiyor veya heceleri doğru vurgulayamıyor, çoğunlukla r harfini söyleyemiyor. Uzun cümleleri toparlayamıyor.
·         İsteklerini  ve hislerini ifade edebiliyor: “Anne ben gidicem!”, “Korkuyorum anne!”.
·         Çağrıldıgında nedenini sorgulayabiliyor “Ne yapıcan beni?”
·         Bir şey istendiğinde yapıp kısa cümlelerle örneğin; “Al Arda!”  diye cevap veriyor ve istenileni yaptığında teşekkür bekliyor.  
·         Ona yeni gelen herşeye ilgili. Nesnelerin isimlerini soruyor, masal dinlemeyi çok seviyor ve sürekli anlatılsın istiyor. Kulaktan dolma duyduğu şeyleri kendine göre algılayıp cümle içinde kullandığı oluyor.  “Hayat bilgisi resmi yaptım anne!”
·         Abisi  Arda’ya annesi dağınıklığından dolayı kızdığı için Arda evde dağınıklık yaptığında Ecrin kızgın bir ses tonu kullanarak “Topla şu ayakkabıları, ay bıktım su Arda’dan” diye taklit edebiliyor.
·         Oyun oynarken kendi kendine konuşuyor. Annesi ona kızdığında o da bebeğine kızıyor.
·          Sık sık kendi kendine dansedip şarkı söylüyor. Ama şarkıları genelde tek kelime tekrarlarından oluşuyor. Sürekli konuşuyor.
·         Annesinin kendisine olan sevgisini soruyor. “Beni çok seviyon mu anne?”.  Annesi ile anlaşamadığında annesine “Ben seni üzüyo muyum anne?” diye sorgulayabiliyor.
Yorum: Ecrin yaşına göre normal bir dil gelişimi içerisinde. Annesinin ses perdesini taklit edebilmesini Ecrin’in 4 yaş aralığına girmiş olduğuna bir işaret olarak düşünüyorum.
http://drnbebek.blogspot.com/search/label/1-2%20ya%C5%9F%20%C3%A7ocuklar

İzleyiciler