23 Kasım 2011 Çarşamba
Freud ve Jung
Anılar Düşler,Düşünceler
CG Jung, Can Yayınları s.169-177
Freud'un bu tek yönlü düşüncesine karşı yapılabilecek bir şey yoktu. İçsel bir deneyim gözünü açabilirdi belki ama o zaman da zihni böyle bir deneyimi 'salt cinselliğe' ya da 'psiko-cinselliğe' indirgeyecekti. Farkına varabildiği tek yönün kurbanı olarak kaldı. Bu nedenle ben ona trajik bir kahraman gözüyle bakarım çünkü büyük bir insandı ama daha da ötesi, kendi şeytanının tutsağı bir insandı.
Viyana'daki ikinci konuşmamızdan sonra, o güne dek üzerinde durmadığım Adler'in güç varsayımını da anladım. çoğu oğullar gibi, Adler de 'baba'sının söylediklerini değil yaptıklarını öğrenmişti. Bunu düşündüğümde, aşk (ya da Eros) ve güç sorunları üzerime kurşun gibi çöktüler. Freud bana Nietzsche'yi hiç okumadığını söylemişti. Artık Freud'un psikolojisine, Nietzsche'nin güç prensibini tanrısallaştırmasının yerini alan, zihinsel tarihte yapılmış usta hareketlerden biri olarak bakıyordum. Sorunun, 'Freud Adler' e karşı' değil de, 'Freud Nietzsche'ye karşı' olarak ele alınması gerekliydi. Bu nedenle, bu durumun, psikopatoloji dünyası içindeki bir kavganın ötesinde bir şey olduğunu düşünüyordum. Eros'un ve güç güdüsünün, aynı babanın anlaşamayan iki oğlu gibi olduklarını ya da deneyim söz konusu olduğunda, pozitif ve negatif elektrik akımları gibi karşıt biçimlerde dışa vurulan tek bir ruhsal gücün ürünleri olduklarını anladım. Eros edilgen, güç güdüsü etken oluyor ya da yer değiştiriyorlardı. Eros'un isteklerinin de güç güdüsününkilerden aşağı kalır yanı yoktu. Biri olmadan öbürünün ne anlamı olur ki? Birey bir yandan güdüye boyun eğerken, öbür yandan da onu egemenliği altına almaya çalışır. Freud nesnenin güdüye nasıl boyun eğdiğini, Adler'se insanın kendi iradesini nesneye kabul ettirmek için güdüsünü nasıl kullandığını belirtir. Kaderi karşısında çaresiz kalan Nietzsche, kendine bir 'üstün insan' yaratmak zorunda kaldı. Freud'un, Eros'un gücünden olağanüstü etkilendiği için onu dinsel bir tanrı, hatta bir dogma -aere perennius- olarak yükseltmek istediği sonucuna vardım. 'Zerdüşt'ün bir din kitabı olarak yaratıldığı nasıl bilinen bir gerçekse, Freud'un da kiliseyle aşık atıp amacı uğruna öğretici dizeler yaratmak istediği bir gerçektir. Kuşkusuz, bu nu gürültülü bir biçimde yapmadı. Tersine, benim peygamber olmak istediğimden kuşkulandı. Trajik iddiasını bir yandan yaparken bir yandan da yıkıyordu. Bir açıdan gerçek, başka bir açıdan da gerçekdışı oldukları için insanlar, tanrısallaştırdıkları şeye karşı genelde böyle bir tutum izlerler. Tanrısal deneyim insanı aynı anda hem yüceltir hem aşağılar. Freud, cinselliğin hem tanrı hem de şeytan olan bir numen olduğu düşüncesine biraz daha eğilseydi, biyolojik bir kavramın sınırları için de sıkışıp kalmaz, Nietzsche de insanın varoluşunun temellerine daha sıkı sıkıya sarılsaydı, zihinsel açıdan aşırılığa kaçıp dünyanın kenarındaki uçuruma sürüklenmezdi.
Ruh, her ne zaman tanrısal bir deneyimin verdiği şiddetli sarsıntılara hedef olsa, bireyin ucunda asılı olduğu ipin kopma tehlikesi baş gösterir. Böyle bir şey olduğunda, bazı bireyler tam bir onaylamaya, bazıları da tam bir yadsımaya sürüklenirler. Nirvana (karşıtlardan kurtulma) der buna UzakdoğuluIar. Bunu hiç unutmam. Zihnin sarkacı doğru ve yanlış arasında değil, mantıklı ve saçma arasında gidip gelir. Numinos, insanı uçlara yönelrneye yüreklendirdiği için tehlikelidir ve bunun sonucunda, sıradan bir gerçek, tek gerçek, basit bir hata da, ölümcül bir hata olarak algılanmaya başlanır. Tout passe - dünün gerçeği bugünün aldatmacası ve dünün yanlış değerlendirmesi yarının açıklaması olabilir. Doğruyu söylemek gerekirse, özellikle çok az bilgimizin olduğu psikolojik konularda bu böyledir. Küçük (öylesine geçici) bilincimizin farkına varabildiği şeylerin dışında hiçbir şeyin varlığından haberimizin olmamasının ne anlama geldiğini kavrayabilmekten henüz çok uzağız.
Freud'la konuşmamdan, onun cinsel sezgilerinin, numinosun ışığını, 'kara bir çamur seli 'nin söndüreceğinden korktuğu sonucunu çıkardım. Bu noktada, ışıkla karanlığın çatışması anlamına gelen mitolojik bir durum ortaya çıkıyordu. Numinosu açıklayan bu öğeydi ve Freud'un bir dinsel savunma aracı olarak dogmasına sarılmasının nedeni de böylece açıklanıyordu. Freud'un bu garip tepkisi beni, bu arketipik temayı ve bu temanın mitolojik geçmişini, kahramanının özgürlüğüne kavuşabilmek için uğraş verdi- ği bir sonraki kitabım, 'Libido'nun Simgeleri ve Değişimleri'nde daha çok irdelememe neden oldu. Bir yandan cinsellik yorumları, öte yandan da dogmaların güç kazanma isteğiyle bağlantısı beni yıllar boyu tipoloji sorunu üzerinde düşünmeye yöneltti. Ruhun zıt kutupları ve dinamiği de irdelediğim konular arasına girdiler. Ayrıca, yirmi yıldan daha uzun bir süre 'doğaüstü güçlerin kara çamur seli' üzerinde çalışıp, çağdaş psikolojinin altında yatan bilinçli ve bilinçdışı tarihsel varsayımları anlamaya çalıştım.
Freud'un bir olayı önceden bilme ve parapsikolojiyle ilgili görüşleri ilgimi çekmişti. Onu 1909'da, Viyana'da ziyaret ettiğim zaman bu konulardaki düşüncelerini sormuştum. Maddesel olduklarına önyargılı bir biçimde inandığı için, sorularımın tümünü saçma buldu ve konuya öylesine sığ bir pozitivizmle yaklaştı ki sert sözler sarf etmemek için kendimi zor tuttum. Bu konuşma parapsikolojinin ciddiyetini kavramasından ve 'doğaüstü' olayların varlığını kabul etmesinden yıllar önce olmuştu.
Freud, düşüncelerini aktarırken garip bir duyarlılığa kapıldım. Sanki diyaframım demirden yapılmaydı ve kızgın bir demir kitlesi gibi kıpkırmızı kesilip yanmaya başlamıştı. O anda, yanımızda duran kitaplıktan öylesine büyük bir gürültü geldi ki, üzerimize yıkılacağı korkusuyla ikirniz de ayağa fırladık. Freud'a, "İşte bu, katalitik dışavurum denen olaylardan biri," dedim.
"Hadi canım siz de! Bu gözle görülebilen bir saçmalık," diye yanıtladı.
"Hayır, yanılıyorsunuz sayın profesör. Söylediklerimi kanıtlamam için biraz sonra bir gürültü daha olacak," dememe kalmadan kitaplıktan gelen gürültü yinelendi Bugüne dek, böyle bir şey olacağından nasıl bu kadar emin olduğumu çözemedim ama emindim. Freud dehşet içinde bana bakakaldı. Zihninden nelerin geçtiğini ya da bakışının ne anlama geldiğini bilemiyorum ama bu olayın sonucunda hoşuna gitmeyen şeyler söylediğim için bana olan güveninin sarsıldığından hiç kuşkum yok. Bu olaya bir daha hiç değinmedim.
1909 yılı ilişkimiz açısından önemli bir yıloldu. çağrışım deneyimleri üzerine bir konferans vermem için Worcester, Massachusetts'teki Clark Üniversitesi'ne davet edildim. Freud da bir davet almış. Birlikte seyahat etmeye karar verdik. Bremen'de buluştuk. Frenczi'de bize katıldı. Oradayken Freud, herkesin dilinde olan bayılma nöbetlerinden birine tutuldu. Bunun nedeni, dolaylı olarak benim 'bataklık cesetleri'ne duyduğum ilgiydi. Kuzey Almanya'nın bazı bölgelerinde 'bataklık cesetleri' denen cesetlerin olduğunu biliyordum. Bunlar bataklıkta boğulmuş ya da oraya gömülmüş olan tarih öncesi döneme ait insanların cesetleriydi. Sudaki toprağın içerdiği asit kemiklerini eritmiş ama aynı zamanda ciltlerine yanık bir ten rengi vererek derilerinin ve saçlarının olduğu gibi korunmasını sağlamıştı. Bu aslında, cesetlerin doğal yollarla mumyalanmasıydı. Çamurun ağırlığı cesetleri sürekli bastırdığı için cesetler yamyassı bir hale dönüşmüşlerdi. Holstein, Danimarka ve İsveç'teki bataklık kazıcıları bu tür cesetlerle arada sırada karşılaşırlar.
Bunu daha önce okumuştum. Bremen'de aklıma geldi ama kafam biraz karışık olduğu için anlatırken cesetleri kentteki kurşun hücrelerde saklı mumyalarla karıştırdım Böyle bir şeye ilgi duymam Freud'un sinirine dokundu. Birkaç kez, "Bu cesetlere neden bu kadar ilgi duyuyorsunuz?" diye sordu. Gereğinden çok sinirlenmişti ve birlikte yemek yerken bu konu yeniden açıldığında bayıldı. Sonradan bana, bu denli çok cesetlerden söz etmemin onun ölümünü istediğim anlamına geldiğinden hiç kuşkusu olmadığını söyledi. Böyle yorumlamasına çok şaşırdım. Fantezilerinin boyutu beni kaygılandırdı. Anlaşılan, öylesine güçlüydüler ki bayılmasına bile neden olabiliyorlardı.
Freud, gene böyle bir olayda, benim önümde bir kez daha bayıldı. 1912 yılında, Münih'te psikanalizle ilgili bir kongredeydik. Biri, firavunlardan 4. Amenofis'e değindi. Babasına karşı olumsuz bir tutum içinde olduğu için onunla ilgili tüm kabartma yazıları sildirdiğini ve yarattığı harika tek tanrılı dinin altında baba kompleksinin yattığını söyledi. Sözleri beni rahatsız etti. Amenofis'in çok dindar ve yaratıcı biri olduğunu ve yaptıklarının babasına karşı direnmesinin bir sonucu olamayacağını, tam tersine, babasının anısına saygı duyduğunu ve amacının, gördüğü yerde yok ettiği Tanrı Amon'un adını silmek olduğunu anlatmaya çalıştım. Babası Amonhotep'e ait kabartma yazılardan da Amon'un adını sildirdirmişti. Ayrıca, başka firavunların da kendilerini, aynı tanrının enkarnasyonu saydıkları için babalarının ya da yüce atalarının anıtlarındaki ve heykellerindeki adlarını kendi adlarıyla değiştirme hakkını kendilerinde gördüklerini, oysa onların ne yeni bir düşünce ne de yeni bir din ortaya koyabildiklerini söyledim.
O anda Freud bayılıp sandalyesinden kaydı. Herkes, çaresizlik içinde çevresine toplandı. Onu kucaklayıp yandaki odaya taşıdım ve kanepenin üzerine yatırdım. Onu taşırken kendine gelir gibi oldu ve bana babasıymışım gibi baktı. O bakışını hiçbir zaman unutamayacağım. Bayılmasının nedeni her neyse -hava çok gergindi- her iki olayın da ortak yönü güçlü bir babayı öldürme fantezisiydi.
O zamanlar Freud arada sırada beni ardılı gibi gördüğüne değiniyordu. Hiçbir zaman onun görüşlerini doğru dürüst, daha doğrusu onun istediği biçimde savunamayacağımı bildiğim için bu göndermeler beni utandırıyordu. Ayrıca, eleştirilerimi, onun açısından önemsenecek kadar toparlayıp ortaya koymayı başaramamıştım ve ona o denli saygı duyuyordum ki, sonunda onunla düşünce ayrılığına düşecek kadar onu zorlamayı istemiyordum. Başımdan büyük işlere kalkıp bir grubun öncülüğünü yüklenmek de birçok neden yüzünden hiç çekici gelmiyordu. O tür işler bana göre değildir. Düşünce özgürlüğümü feda edemezdim. Ayrıca, prestij peşinde koşmanın, benim gerçek amaçlarımdan sapmama neden olmasından öte bir anlamı yoktu. Beni kişisel prestij sorunları değil, gerçekleri aramak ilgilendiriyordu.
1909'da, Bremen'de başlayan Amerika gezisi yedi hafta sürdü. Her gün beraberdik ve birbirimizin düşlerini analiz ediyorduk. O zamanlar, önemli saydığım birkaç düşüm vardı ama Freud onlara bir yorum getiremiyordu. Onun, bunları çözemediğini düşünmüyordum çünkü bazen çok iyi bir analizci bile, bilmece gibi düşleri yorumlayamaz. Bu insanoğlunun bir eksiğidir. Bu nedenle, düşleri yorumlamaktan vazgeçrnek istemiyordum. Tersine, yaptığımız analizler ve ilişkimiz benim açırndan çok değerliydi. Freud'u benden daha yaşlı, daha olgun ve daha deneyimli bir kişilik olarak görüyordum ve bu bağlamda, kendimi onun oğlu yerine ko-yuyordum ama tüm dostluğumuza ağır bir darbe vuran bir şeyoldu.
Freud bir düş görmüştü. Düşün içerdiği sorunu açıklamanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Düşü elimden geldiğince yorumladım ve özel yaşantısıyla ilgili biraz daha ayrıntı verirse, yoruma birçok şey daha ekleyebileceğimi söyledim. Freud'un buna tepkisi kuşku dolu çok garip bir bakış oldu. Sonra da bana, "Ama otoritemi tehlikeye sokamam ki!" dedi ve o anda da onu yitirdi. Bu cümle zihnime çakılı kaldı ve ilişkimize gölge düşürmeye başladı. Freud kişisel otoriteyi gerçeğe yeğ tutmuştu.
Daha önce de söylediğim gibi, Freud o zamanlar gördüğüm düşleri ya hiç yorumlayamıyor ya da eksik yorumluyordu. Birçok simgenin var olduğu ortak öğeleri içeren düşlerdi bunlar. Özellikle bunlardan biri, benim için çok önemliydi çünkü beni ilk kez, 'ortak bilinçdışı' kavramına yönlendiren ve 'Libidonun Simgeleri ve Değişimleri' adlı yapıtımın ön çalışmasını biçimlendiren odur.
Düş şöyleydi: Tanımadığım, iki katlı bir evdeydim. Ev 'benim' evimmiş. Kendimi üst katta, rokoko stilinde güzel eski eşyalarla döşeli salon gibi bir yerde buldum. Duvarlarda değerli eski tablolar asılıydı. Burasının evim olmasına şaşırmıştım. 'Hiç de fena değil,' diye düşündüm. Sonra aklıma, alt katın nasıl bir yer olduğunu bilmediğim geldi. Merdivenlerden alt kata indim. Oradaki her şey daha eskiydi. Evin bu bölümünün on beş ya da on altıncı yüzyıldan kalma olduğunun farkına vardım. Eşyalar Ortaçağ stilindeydi. Yerler de kırmızı tuğlayla döşenmişti. Oldukça karanlıktı. Bir odadan öbürüne dolaşırken, 'Bu evin her yerini görmeliyim,' diye düşündüm. Ağır bir kapının önüne gelip kapıyı açınca, mahzene inen taş bir merdivenle karşılaştım. Aşağıya inince kendimi, çok daha eski dönemlere ait olduğu anlaşılan kemerli, çok güzel bir odada buldum. Duvarları incelediğimde, olağan taş blokların arasında tuğla katman larını, harçta da tuğla parçacıklarını görür görmez duvarların Roma döneminden kalma olduklarını anladım. Merakım giderek artmıştı. Yere daha yakından baktığımda, taş karolarla döşeli olduğunu gördüm. Taşların birinde bir yüzük buldum. Onu almak istediğimde karo da kalktı ve altından karanlığa doğru uzanan dar taş basamaklar göründü. Basamaklardan inince, kayaya oyulmuş alçak bir mağarayla karşılaştım. Mağaramn zemini toz tabakasıyla kaplıydı ve tozun içinde ilkel bir kültürden arta kalmışçasına oraya buraya dağılmış kemikler ve kırık çanak çömlek parçaları görünüyordu. İki tane de çok eski, dağılmaya yüz tutmuş kafatası buldum. Ondan sonra da uyandım.
Bu düşte Freud'u en çok kafatasıarı ilgilendirdi. Birçok kez onlara değindi ve beni, onlarla bağlantılı bir isteğimi bulup çıkartmaya zorladı. "Bu kafataslarıyla ilgili düşüncelerim nelerdi?" "Kimin kafataslarıydı onlar?" Sözü nereye getirmek istediğini pekAla biliyordum: Düşümde ölüm isteğinin gizlendiğini söylemek istiyordu. 'Aslında benden ne istiyor?' diye düşündüm. 'Kime karşı ölüm isteğim olabilir ki?' Bu tür bir yoruma kesinlikle karşıydım. Üstelik, düşün ne anlama geldiğiyle ilgili sezgilerim vardı ama değerlen-dirmerne güvenemediğim için Freud'un ne düşündüğünü öğrenmek istemiştim. Ondan duymak istiyordum. Bu nedenle, isteğine boyun eğerek, 'Karım ve baldızım,' dedim. Hiç olmazsa, ölümü bu isteğe değecek birinin adını vermem gerekiyordu!
Kısa bir süre önce evlenmiştim ve içimde böyle bir isteğin zerresi olmadığım biliyordum. Anlayışsızlık ve öfke dolu bir dirençle karşılaşmadan, Freud'a düşümün yorumu üzerine düşündüklerimi aktarmam olanaksızdı. Onunla kavga etmeye hiç istekli değildim, ayrıca görüşümde ısrar edip dostluğunu kaybetmekten de korkuyordum. Bir yandan da, yanıtımdan ne sonuç çıkaracağım ve onun kuramına uygun düşen bir şey söylediğimde tepkisinin ne olacağım merak ettiğim için ona yalan söylemiştim.
Yaptığımın doğru olmadığım biliyordum ama düşünce dünyama girmesini kaldırmam olanaksızdı. Dünyalarımız arasında derin bir uçurum vardı. Yanıtım Freud'u çok rahatlattı. Bundan onun bazı düş yorumlarında çaresiz kaldığı için doktrininin arkasına saklandığını anladım. Düşün gerçek anlamını bulup çıkarmak bana kalmıştı.
Evin, ruhun bir tür imgesi olduğuna, yani o güne dek bilinçaltının ekledikleriyle birlikte bilincimin o aşamadaki durumunu yansıttığına kuşkum yoktu. Salon, bilinci simgeliyordu. Antik eşyalarla döşenmiş olmasına karşın, içinde hala yaşandığı izlemini veriyordu.
Zemin kat bilinçdışının ilk katmanıydı. Aşağılara indikçe görüntü yabancılaşıyor ve karanlık artıyordu. İlkel bir kültürün kalıntılarını buluyordum. Bilincin uzanabilmesi ve aydınlatabilmesi hemen hemen olanaksız olan ilkel insandı bu. Tarihöncesine ait mağaralarda nasıl ki insanlar gelip oralara el koyana dek genelde hayvanlar yaşamışsa, ruhun ilkel yanı da, hayvan ruhunun yaşam sınırında sona erer.
O dönemde, Freud'la benim zihinsel tutumumuzun ne denli farklı olduğunu anladım. Ben, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Basel'in yoğun tarihsel havasında büyümüş ve eski filozofları okuduğum için psikolojinin tarih~siyle ilgili az çok bir şeyler öğrenmiştim. Düşleri ve bilinçdışının içerdiklerini hiçbir zaman tarihsel karşılaştırmalar yapmaksızın ele almamıştım. Öğrencilik yıllarımda, Krug'un eski felsefe sözlüğünü kullanmayı alışkanlık haline getirmiştim. Özellikle, on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında yaşamış yazarları oldukça iyi biliyordum. ilk kattaki salon, onların dünyasıydı. Buna karşın, yanılmıyorsam, Freud'un zihinsel geçmişi Büchner, Dubo-is-Reymond ve Darwin'le başlıyordu.
Düş, biraz önce sözünü ettiğim bilinç durumunun başka uzantıları olduğunu da gösteriyordu. Bunlar, Ortaçağ'a özgü eşyalarla döşenmiş, kimsenin kullanmadığı ilk kat, Roma dönemine ait mahzen ve en dipteki tarihöncesi mağaraydı ve geçmişi ve geçmişte yaşanmış bilinç dönemlerini gösteriyorlardı.
Düşten önceki birkaç gün, bazı sorular sürekli kafamı kurcalamıştı. Freud 'un ruh halinin kaynağı neydi ve ne tür insan düşüncesine giriyordu? Son derece değişik kişiliğinin genel anlamda tarihsel varsayımlarla ilişkisi neydi? Düşüm, bunların tümünün yanıtını bana iletiyordu. Kültür tarihinin temellerini, yani bilinçliliğin birbirini izleyen katmanlarının tarihini gösterdiğine kuşku yoktu. Böylece düşüm, insan ruhunun bir tür yapısal şemasını çiziyor ve ruhun altında yatan ve hiçbir açıdan 'kişiye özgü olmayan' bir yapının varlığı olasılığını ortaya koyuyordu. İngilizlerin dediği gibi, 'click' etti, yani tam yerine oturdu. Düş benim için yol gösterici bir imgeye dönüştü ve ondan sonraki günlerde, baştan hiç düşünemediğim kadar doğrulandı. Kişisel ruhun altında önsel bir ortaklığın yatabileceği düşüncesi bende ilk kez bu düşle oluştu. Başta bunun, ruhun işlevselliğinin daha önceki formlarının izleri olduğunu düşündüm ama daha sonraları artan deneyimime ve daha güvenilir bilgiye dayanarak bunların içgüdü formları, yani arketipler olduğunu anladım.
Freud, bir düşün yüz oluşturduğunu, aslında bilinen ama sinsice diye nitelendirebileceğimiz bir biçimde bilinçten gizlenen anlamının da bu yüzün arkasında saklı olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncesine hiçbir zaman katılamadım. Bir bitkinin büyümesinde ya da bir hayvamn yiyecek bulabilmek için olabildiğince çaba göstermesinde olduğu gibi, doğa elinden geldiğince kendini iyi ifade etmeye çalışır. Bence, düşler de, hiç aldatmayan doğanın bir parçasıdırlar. Bu yaşam biçimlerinin bizi yanılgıya düşürme gibi bir niyetleri yoktur ama biz doğru dürüst göremediğimiz için yamlırız. Kulaklarımız bizi aldatmak istedikleri için değil, biraz sağır olduğumuz için doğru dürüst duyamayız. Freud'la karşılaşmamdan çok önce bile bilinçdışını ve onun dolaysız ortaya çıkışı olan düşleri, hiçbir Eaman keyfi ve göz boyama diye nitelendirilebilecek doğal yöntemler olarak görmedim. Bilincin oynadığı oyunların, bilinçdışının doğal yöntemlerine dek uzanabileceği varsayımını haklı çıkaracak hiçbir neden bulamıyorum. Tersine, günlük deneyimlerim bana, bilinçdışının bilincin eğilimlerine ne denli büyük bir güçle direndiğini öğretmişti.
Evle ilgili düş, üzerimde garip bir etki yaptı ve arkeolojiye olan ilgimi canlandırdı. Zürih'e döndükten sonra, Babil kazılarıyla ilgili bir kitap ve efsanelerle ilgili birçok şey okudum. Bunları okurken Friedrich Creuzer'in 'Eski Halk ların Simgeleri ve Mitolojisi' elime geçti. Bu kitap beni çok heyecanlandırdı. Deli gibi okumaya başladım. Kendimi kaptırıp yığınla mitolojik bilgi içeren yapıt okudum. Sonra da agnostik materyalleri taradım ve sonuçta aklım iyice karıştı. Klinik çalışmaları sırasında zihnin psikotik durumlarını anlamaya çalışırken de buna benzer bir şaşkınlığa uğramıştım. Sanal bir akıl hastanesinde, Creuzer'in kitabındaki tüm kentaurları, nympheleri, tanrıları ve tanrıçaları hastalarıymışçasına tedavi edip analizden geçiriyordum. Bunlarla uğraşırken, elimde olmadan eski mitolojiyle ilkel insanların psikolojisinin yakın bağlarını keşfettim. Bu da beni, çalışmalarımı ilkel insanların üzerinde çalışmaya itti.
Çalışmalarımı sürdürürken Miss Miller adında tanınmamış Amerikalı bir kadının fantezileri elime geçti. Yazı, çok saydığım ve babam kadar sevdiğim dostum, Theodore Flournoy tarafından Psikoloji Arşivi'nde (Cenevre) basılmıştı. Fantezilerin mitolojik kimliği beni hayrete düşürdü. Birikmiş ve hala darmadağınık düşüncelerim arasında bir katalizör etkisi yaptılar. Zamanla bunlar ve mitlerle ilgili elde ettiğim bilgiler biçim aldı ve ortaya, 'Libidonun Simgeleri ve Değişimleri' adlı yapıtım çıktı. Bu kitabın üzerinde çalışırken Freud'la ilişkimizin kopacağını haber veren düşler gördüm. Bunların en belirgin olanı, İsviçre-Avusturya sınırındaki dağlık bir bölgede olanlardı. Akşam olmak üzereydi. Avusturya İmparatorluğu zamanındaki gümrük memurları gibi giyinmiş yaşlıca bir adam göroüm. Biraz kamburunu çıkararak bana aldırmadan önümden geçti. Yüzünde aksi ama oldukça melankolik bir ifade vardı. Bir şeye kızmış gibiydi. Orada olanlardan biri bana, yaşlıca adamın aslında orada olmadığını, yıllar önce ölmüş bir gümrük memurunun hayaleti olduğunu söyledi. "Bir türlü doğru dürüst ölemeyenlerden biridir," diye de ekledi. Düşün ilk bölümü böyleydi.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder